BİZken BİRiz

Gülümseyerek gelen bahar tüm ovayı yeşillendirmişti. Güneş tüm oklarıyla yazın hırçın halinden çok uzak, gayet sevecen bir sıcaklıkla bir ana gibi, toprak ana ve üzerindeki her şeye dokunup okşuyordu. Esen yel ovaya fısıldarken en güzel nameleri, Suzi’nin upuzun, simsiyah, dümdüz saçlarıyla da dans ediyordu. Güneş, yeli kıskanmışçasına pırıl pırıl parlıyordu genç kızın saçlarında Kırklar kilisesinin bahçesinde. Bugün Süryanilerin Paskalya bayramıydı. Suzi, ailesi, cemaat sabahın erken saatinde başlayan ayinde mum yakıp dua etmişler, “Yeni Yaşamın ve Dirilişin Simgesi” olan boyalı yumurtaları tokuşturmuşlardı. Ayin süresince erkek ve kız koroları ilahiler okumuştu. Ki Suzi de bu korodaydı. Ayinin ardından çocuklar kilisenin içinde zılgıtlar çekerek tur atmış sonra tüm cemaat kilise bahçesinde toplanarak birbirlerinin bayramını kutlamışlardı.  
Suzi güzel kızdı ancak şimdi ayinin verdiği huzurla daha da parlıyordu. İçin için buna seviniyordu da. Birazdan arkadaşı Ali ile buluşacaklardı. Biraz gecikmişti aslında ama Ali durumu ve onun için önemini biliyordu, anlayışla karşılardı gecikmesini. Aklından bunlar geçerken doğal görünsün diye yanaklarını mıncıkladı. Teni beyazdı zaten, çabucak kızarmış ve al yanak olmuştu. Dudaklarına da en acısından bir biberi vardı, böyle zamanlar için sakladığı, onu sürdü. Minicik burnunun altında gül goncası oldu genç kızın dudakları. Gerçekten de doğal ve güzeldi. Belki de Ali’yi çeken bu doğal güzelliğiydi. Ama yok yok haksızlık etmek olurdu bu Suzi’ye. Ali onun o naif ruhunu da severdi. Hatta belki daha çok severdi dış görünüşünden.
Ali Şehidiye’nin orada bir kafeye gitmiş Suzi’yi bekliyordu. Suzi gecikmişti ama Ali’nin içindeki ses “bu onun için önemli bir gün hatta bayram, arayıp acele ettirme, rahatça yapsınlar ayinlerini, beklersin sen boncuk gözlünü” demişti. Ali, bölgede tanınan güçlü bir aşiretin ileride gözbebeği olacağı düşünülen, parlak, okumuş, aydın bir genciydi. Ailesiyle bazen aynı düşünmediği oluyordu, özellikle de şu aşiret meselelerinde. Ali daha özgür ruhlu bir gençti. Üniversitede okuduğu yıllar ona farklı bakış açıları sağlamıştı. Suzi olmasa buralara gelmek de istemiyordu. Ancak ailesinin onun için planları çok farklıydı. Ali bu planların mümkün olamayacağını anlatacaktı ailesine bu gelişinde. Allah biliyor ya işi zordu. Gerçi Ali de biliyordu zor olduğunu. Ama bir yerden başlamalıydı. Ali’nin bu özgür yaşam planlarında kendisinden beş yaş küçük yârinin yeri çok büyüktü. Hoş o da başlıbaşına ayrı bir meseleydi ya… Ne kadar zor olursa olsun tüm bu meselelerin sevgi ile saygı ile çözüleceğine inanıyordu. Ona bu inancı veren devam ettiği felsefe derneğindeki Yunus Emre okumaları olmuştu. Felsefesinden, “Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi insan” fikrinden çok etkilenmişti. Evet, ona göre de insanlık içindi insan. “Tanrı her şeyde vardır. Her şey tanrısal özün yansımalarıdır. Bu yüzden herkesi sevmeliyiz. Kendimizde Tanrı’yı buluruz ve Tanrı’yı severiz. Ama eğer sevgi eksikse toplumda, insanlar birbirini sevmez. Halbuki bu en çok bize zarar verir. Unutmamalıyız ki hepimiz bir bütünün parçalarıyız. Bu bütünde de bireysel olarak da sevgi katkı sağlar hepimize. Ahlak da bu yüzden önemlidir. Karşımızdakinin anlayışına saygı göstermek bizim için vazgeçilmez olmalıdır. Çevremizin, toplumun düzelmesini istiyorsak önce biz kendimizden başlayıp kendimizi düzeltmeliyiz. Çünkü “görünmez ama kuvvetli bağlarla birbirimize bağlıyız” diyordu zulümlerle dolu bir çağda tasavvufu kurtuluş aracı olarak gören edebiyat, tasavvuf ve düşünce adamı.
Ali aklından bunları geçirirken soluk soluğa Suzi geldi yanına. Hızlı yürüdüğünden zaar yanakları daha bi al olmuş adeta kan damlıyordu. İki genç sevgiyle sarıldılar birbirlerine. Hâl hatır sorduktan, yeteri kadar havadan sudan konuştuktan sonra konuyu asıl meseleye getirdi genç adam.
-  Aileme burada kalmak istemediğimi, Ankara’da çok iyi bir iş bulduğumu söyleyeceğim.
-  İzin verirler mi ki? Siz çok güçlü bir aşiretsiniz ve senin hakkında çok büyük planları var. Boş hayal kuruyorsun gibi geliyor bana.
-  Ümitsizliğe kapılma sevdiceğim, bu benim hayatım ve benim kararım. Saygı duymalılar.
Suzi, Ali kadar ümit var düşünmüyordu hatta korkuyordu ama sevdiceğine daha fazla bir şey söylemedi. Umudunu kırmak istemiyordu ne de olsa.
Ali “sana söylemem gereken başka bir şey daha var” dedi ama kıvranıyordu. Lafa bir türlü başlayamıyor, eveleyip geveliyordu. O sırada eski bir konak olan kafeye neşeli bir gelin-damat girdi. İmdadına hızır gibi yetişmişti bu çift. Gözleri ışıl ışıl parıldarken “biz de şu çift gibi olsak mı” dedi. Suzi hem çok şaşırdı hem çok sevindi. Gözlerinden okunuyordu sevinci ama yavaş yavaş söndü bu sevinç. “İzin vermezler ki” dedi cılız bir sesle. Karamsar bir perde indi başından ayağına kadar sanki görünmez prangalarla bağlayan derin, siyah bir perde…
-  Sen Müslümansın, ben Hristiyanım. Sen Türk’sün, ben Süryani’yim. Sen aşiretsin her şeyden önemlisi. Bizi birbirimize yâr etmezler…
-  Din mi sorun? Nedir din? Din insanlığı mutluluğa, barışa ve huzura kavuşturan bir yaşam biçimidir. Şekilci dindarlığa, gösteriş için yapılan ibadetlere karşıyım. Benim din anlayışım Yunus gibi sevgi ve aşk üzerine inşa edilip bütün insanlığı kucaklıyor. Dindar bir kimsenin önce vicdanlı olması gerekir, şefkat, merhamet gibi duyguların bulunması gerekir. Kin, nefret, maddi çıkar yoktur gerçek din anlayışında. Neticede gittiğimiz yol farklı olsa da hedef aynı değil mi? Aynı Allah’a inanmıyor muyuz? Dahası hepimiz aynı Havva anadan, aynı Adem babadan doğmadık mı?
-  Ah be Ali’m çok güzel söylüyorsun da pratikte böyle olmadığını benim kadar sen de gayet iyi biliyorsun…
- Boşver sen bunları, soruma hala cevap vermedin.
- Gönlümün sözünü biliyorsun… Elbette hayatımı seninle devam ettirmek isterim, hem de her şeyden çok ama bu imkânsız bir düş bizim için.
Ali’nin çalıştığı çok uluslu şirket İsveç’teki kongre için kendisini seçip göndermişti. Şirketin parlayan yıldızıydı Ali çözüm odaklılığı, zekası ve insanı kucaklayan yönetim anlayışıyla. Bu akşam da kongre sonrası bir gece düzenlemişlerdi. Geceye Türk iş insanları da davetliydi. Ali’nin toplantıları, kongre gayet başarılı geçmiş keyfine diyecek yoktu. Geceyi de güzel düzenlemişlerdi. Oturduğu masasında iş insanlarıyla sohbetten sonra işi gücü bırakıp eğlenceye vermişlerdi kendilerini. Çok içten bir kahkahanın ortasında yüzü dondu Ali’nin. Yanına gelen bir çifti tanıştırmıştı İsveçli. Kendilerine Türk diyorlar ama aslen Süryani ve bizim de saygı duyduğumuz bir ailedir diyordu İsveç’li. Ama Ali bambaşka bir boyuta geçmiş ne konuşulanı duyabiliyor ne tepki veriyordu. Neden sonra Türkçe “merhaba” dedi. Önce Gabriel’in sonra eşi Suzi hanımın elini sıktı.
Suzi’yi istemeye gideceğini kızın ailesine bir pusulayla bildirmişti Ali. İşte olanlar ondan sonra olmuştu. Bunu haber alan aile kızlarını apar topar İsveç’teki akrabalarının yanına yollamış, Ali’nin ailesi ise kendilerinden habersiz böyle bir şey yaptığı için kıyameti koparmıştı. Ali o geceyi ömrü boyunca unutmak istedi. Ailesiyle çok şiddetli kavga etmiş, evlatlıktan reddedilmiş, maldan, mülkten, mirastan men edilmişti. Soluğu sevdiceğinin evinde almak istemişti Ali ama dilsiz, sağır, kör bir duvar olmuştu sevdiceğinin kapısı. O gece her ikisinin de ana yurtlarındaki son geceleri olmuştu. Son bakışma, son sarılma, son elele tutuşma, son öpüş… Yıllarca acısını içinde hissetti Ali. Çektiği acılar saçlarına erkenden karları yağdırarak imzasını atmıştı bedenine. Nihayetinde akan zamanda unutulan her şey gibi o da unuttu. Aslında unuttu sandı çünkü on beş yıl sonra bu gece sevdiceğini görünce, beyninin bir yerlerinde gizlenmiş olduğunu anladı. Kapandı sandığı yaralar kanıyordu. Sessiz çığlıklarını bir tek Suzi duyuyordu. Her ikisinin de kalpleri zehirli oklarla yaralanmış, kanıyordu. Gözleriyle birbirlerine anlatıyorlardı içlerindeki dayanılmaz acıyı, yaralı ama sıcacık sevgiyi. Her ikisi için de kapanmamış parantezdi bu aşk. Noktasız cümleleri yarım kalmış, kolları kırılmış, kanatları kesilmişti. Oysa nasıl da görünmez bağlarla bağlıydılar…
Ali’yi konuşma yapmak için kürsüye çağırdılar. İçinde boranlar koparken nefessiz kalmıştı. Konuşmasını kısa kesti. Cümlesinin sonunda Suzi’nin gözlerine bakarak “Hani sevgi kurtaracaktı dünyayı, hani BİZ’ken BİR’dik, ne ara unuttuk?” dedi. Kürsüden inip yerine oturduğunda gizlice istediği türküyü söylüyordu solist:

Kırklar dağının düzü
Ziyaret çarptı bizi
Kör olasın Suzan Suzi,
Sular apardı bizi
Köprü altı kapkara
Suzan gel beni ara
Saçlarıma kumlar doldu,
Tarak getir sen tara

İlginizi Çekebilir

Huzur

Aysel AKGÜL

Karşı Masadaki Kadın

Tijen ŞANLI ASLAN

Tünelin Ucunda Görünen Işık

Ayşe Şengül ÖZER