Dipsiz Göl
Köyde gelin ortadan kaybolurken bir huysuz yaşlı hem en büyük korkularıyla hem de ölüm saçan, korkunç ve görüntüsü hareket eden bir ışıkla karşılaşır.
Çok eskilerden dilden dile dolaşan ışık hikâyesini, ölmeden önce yüz yaşına yaklaşan teyzem şöyle anlatır:
Orta Çağ’dan evvel de vardı bu hikâye, insanlar bunu anlamak için kaç kez yaşlanmışlar, kaç yüzyıllar gelip geçmiştir bu hikâyenin üstünden ben yüzümdeki kırışıklıklar kadar bilirim.
Bak kızım; bizim bostan taa ormanın yamacında, ben ekinleri çapalamaya giderim, bazen küçük torun da olmaz yanımda, sefer tasıma koyarım yiyeceğimi, geç saatlere kadar çalışırım, kazma sallarım gün ağarana kadar, çapa yaparım fasulyelerin, biberlerin, domateslerin aralarındaki taşları toplar, toprağı bir güzel havalandırırım ekinlerimiz yeşerip kök salsınlar diye. Buralarda kışları ilçeye gitmek zordur, yolları dizim kadar kar kaplar. Unumuzu yazdan çuvalla alırız, ekmeğimizi de kuzinede pişiririz. Bunları anlatırken de nasırlaşmış elleriyle dört yumurtayı kümesten aldı, bir eliyle sardı eteğinin beline “şimdi yumurtaları sıcağı sıcağına sana pişireceğim, ıhlamur da demlenmiştir kuzinenin üstünde” dış kapının önündeydik, gıcırdayan tahta zeminlere basarak mutfaklı odaya geçtik.
Ben heyecanla gölde kaybolan kızı anlatmasını bekliyordum. Ama teyzem elini nereye tutsa, tabak çanakta konuşuyordu, kesik kesik birçok hikâye anlatıyordu. İbrikli güğümden ıhlamura sıcak su ilave ederken; anam, kıtlığın tez vakitte geleceğini söylerdi, beyaz kireç gübrelerine de zehir bulaşacakmış, senin anlayacağın buranın toprağı da zamanla körleşecekmiş. Anam da benim gibi iş yaparken konuşmayı pek severdi. Yazmasının iki ucundan tutup başının üzerine doğru katladı, baklava dilimli küpeleri gerdanıyla birlikte sarkıyordu boynundan aşağı, köyde huysuz diye bilinirmiş, eli ayağı hiç durmaz sürekli çalışırmış. Paçalı donuna kadar basma eteğini katladı, böyle rahat oturup kalkıyorum. Kınalı kızıl saçları mis gibi beyaz sabun kokuyordu.
Aklına bir şey daha geldi ki bakır tavanın içinde tereyağı sobanın üzerinde erirken başladı; oturduğun desenli kilim büyük anamdan kalma, motiflerin arasında Zühre’nin kanı varmış, Osmanlı döneminde desenlerine akıl koyarlarmış, çok eskiler önemli bilgileri, gizli sırları motiflere işlerlermiş ki perdenin arka yüzü görünmesin diye, ayıp kaçarmış edeple edepsizi kayırmak, biraz da sen anla işte ne demekse, hava açık kapalı, bizim buralarda kırmızı sedirlere oturulur derken, elindeki odun kepçeyi kurulayıp tezgaha tersledi. Teyzem, Piri Reis haritası gibi vücudunun her çizgisinden başka şehirler fışkırıyordu. Kabaran hamuru tepsiye yerleştirdi kuzinenin kapağını açarken… İşte şimdi anlatacak dedim içimden…
Bir gün bostandayken hava birden karardı, gün ne çabuk ağardı dedim, bir yandan da bir çalıyla lastiklerime yapışan çamurlu toprağı temizledim. Ortalık iyice sessizleşti, bizim itin bile çıkmıyordu sesi, ormanın derinliklerinden doğru gelen hışırtı işittim, bir an deprem mi olacak diye geçti aklımdan, torunlar da beni merak eder, bana doğru gelirler dedim. Ve ağaçların arasında göz kamaştırıcı insan şekli, parlak mı parlak bir ışık kütlesi geziyordu.
Pek korkmadım, biraz irkildim, daha yakından göreyim diye iyice bakındım ormanın ortasına doğru, birkaç saniye göründü görünmedi çabucak kayboldu, ağaran gecede ay ışığıyla yürüdüm eve doğru, ikinci kez arkama döndüm iyicene bakındım o, deniz kızıydı besbelli. Bu gölde, zaman yaşında bir deniz kızı yaşarmış, hiç ölmezmiş. Ama onu bir insan görürse o vakit ölürmüş, belli ki yaradan yüzünü kimseye göstermek istemiyor. Bu gölün etrafı iyice bataklık, etrafı orman sadece yolun ucu değer bataklığın kenarına, oradan da öküz arabaları zor geçer. Zaten bataklığa iki adımdan fazla giren ölür, ezelden beri kimse giremezmiş bu ormana.
Küçük göl, büyük anamdan beri böyle bilinir. Ha şu duvardaki halı da bu gölün hikâyesini anlatır, bu göl için meleklerin şehri derler, ne bilinir ne bilinmez, bu gölü bütün orman korurmuş, koca ormanın ortasında küçük bir göl, üzerine toz bile düşmezmiş, berrak su şekilde oracıkta dururmuş, gölün etrafı orman, ormanın etrafı bataklık, gölün suyu da dipsiz, büyük anam; gölün en dibinde gelinin rahimiyet odası varmış derdi, ah be kızım, gözle görülmeyen güzellikler çok var da insanın burnunun ucundan kayar gider sen görene kadar ve bu göle hiç kimse girememiştir.
Ah be teyzem, Gelin Kız nasıl kayboldu hâlâ anlatamadın diye aklımdan geçirirken tam o anda, Gelin Kız ata binmiş ya kısmet dedikleri böyle bir şey işte.
Bak kızım, hikâye çok eskilere dayanır, yüz yıllardır yeraltı sularında bir gelin kaybolmuş, eski rivayetlerde türlü türlü buna benzer hikâyeler anlatırlar, bu anlatacağım en ilerlerden, en geçmişten...
Bir gün burada bir genç kız evlenecekmiş, ailesi bütün hazırlıklarını tamamlamış ve düğün günü yaklaşmış, tabi o yıllarda gelin arabası, öküz arabasıymış, genç kızlar baba evinden telli duvaklı çıkarlarmış, evden çıkmadan kırmızı yazmayı örterlermiş gelinin başına. İşte bir gün bu gelin kız, babasının evinden çıkmış, öküz arabası bataklığın kenarından geçerken, yeraltı suyu gelini öküz arabası ile içine çekmiş ve kaybolmuşlar. Ne gelin ne de öküz arabasından hiç haber alınmamış. Teyzem derin bir nefes aldıktan sonra gelinin Sakarya Nehri’nden çıktığını söyledi.