Geçişler
Rumeli Hisarı top top erguvanlarıyla büyüleyici manzaralar sunuyor. Bir yanda boğazın masmavi suları, eski surlar, bir yanda göğe uzanan yapılar… Hisar ne zaman öldü, gökdelenler ne zaman doğdu, geriye ne kaldı, hiç bilmiyorum. Akl-ı evvel Prometheus ateşini devredememiş olmalı. Mevsimlerse durmadan devrediyor. İşte erguvanlar ve yeni bahar, bir adım sonrası yaz ve sonbahar.
Vapurla karşıya geçerken başlamıştı şiirim. İnsanlar da mevsimler gibiydi bir yanıyla. Bir yanıyla alemin ete kemiğe bürünmüş hali, bir yolcu. Hayat yolcusu; değişenlerin içinde değişmeyeni bulma yolcusu. Yaptığı yolculuksa öyle uzaklara, dışarı değil, kendinden kendine, kendi hakikatine. Anlam katmanları sızım sızım sızlıyordu yüreğimde.
Yazacağım şiir öyle bir şiir olmalıydı ki içinde varoluşun tüm katmanları bulunmalıydı. Mistik kıvrımlar bilincimin önüne taşınarak belirgin formlar oluşturmalıydı. Öyle bir şiir olmalıydı ki içinde ben olmamalıydım, biz’in egemenliği bir neyden üflenmeliydi nefes nefes. Ellerimi kaldırdım, dua etmeye başladım: Artık ne yere ne göğe sığamıyordum. Aklım küllilerle hemhal idi, zahire çıkan formlarda gideriyordum yalnızlığımı, onların seyrinde yaklaşıyordum ilahi benliğime. Linear zaman ve mekân kaybolmuştu. Dikey zamanlarda savruluyordum, “ah” diyordum, düşünceden zuhura çıksam, ölüp ölüp yeniden doğsam, her seferinde kim olduğumu hatırlamasam… Bir kelebek kanat çırpsa çok uzak ülkelerde, kahve kokusu, gül kokusuna karışsa, yitik ülkelerin merhametli yoldaşı olsam, gece yolcularının sırdaşı olsam, bir çölde terlese ayaklarım, izlerini bir sahil kasabasında bulsam; akşamdan, sabahtan, geceden, gündüzden geçsem. Dönsem atlı karıncada oynayan bir çocuk gibi. Bir yaşlı bilgeliğiyle düşünsem; her şey deveran ediyor, bu döngüde ne duruyor? Ey karanlık, aydınlat gözlerimi öyle ki seninle duyayım. İşitsem gösterdiklerini… Sadece senin kokun olsun. Şiirimi dönüştürdüğüm senfoninin resmini yapabileyim.
Tüm bu şiirlerin nihayetinde her doğumdan bir ölüm çıkarıyordum. Her şey birbirine bağlıydı, gözyaşlarının saklandığı gülüşler, kaybedilmiş sanılan en güzel kazanışlar…
Vapur karşı kıyıya yanaşmıştı. Daha kaç kez görecektim gün batımını, kaç gün doğumuna şahitlik edecektim? Bu kaçıncı ateşte kül, toprakta gül oluşum olacaktı? Daha kaç kez kapıyı tıklatacaktım?
Bir Özdemir Asaf şiiri ve bir Mevlana hikayesi yetişti imdadıma:
“Kim o, deme boşuna...
Benim, ben.
Öyle bir ben ki gelen kapına;
Başdan başa sen“
“Birisi gelip arkadaşın evinin kapısını çalar. Arkadaş içerden seslenip “Kimsin” diye sorar. “Benim, dostun” diye cevap verir. İçerden ses: “Sen hala ‘ben’ diyorsun ve hamsın, buna rağmen aşk iddiasında bulunuyorsun. Onun için git”. Arkadaş bu söz üzerine bir yıl oradan uzaklaşır. Bir yıl sonra dostun evine tekrar gelip kapıyı çalar. İçerdeki sorar, “Kimsin?” Bu sefer arkadaş kapının ardında duran ve kapıyı çalan yine sensin” diye cevap verir. İçerdeki ses: “Mademki şimdi sen bensin o halde içeriye buyur” der ve devam eder “Seni niye geçen yıl içeriye almadım bilir misin? Zira bir evde iki kişi olmaz da ondan” (M I 3056-). Mevlana şu beyitle hikâyeyi bağlar:
“Dostum artık sen hep ben olmuşsun;
Bahçedeki gül gibi hem diken hem gül olmuşsun”