Hediye

Gezmek için başka bir şehre gitmek istememiş, kardeşimle birlikte Lozan caddelerinde amaçsızca yürüyorduk. Bira değil de kahve içmek isteyince, Bel Air meydanındaki alışveriş merkezinin yolunu tuttuk. Çok katlı alışveriş merkezinin bilmem kaçıncı katındaki kafeteryasına çıktık, masalardan birinde oturduk. Fransızlar, kırk yıl hatırı olan, kumda bakır cezvede pişirilen kahvenin tadını bilmediklerinden, kardeşim, bir yıl bile hatırı olmayan (çakma/makine) kahvelerden alarak geldi. Daha ilk yudumu almak üzereyken karşıdan yanında iki kızıyla beraber siyahi bir kadının bize doğru yürüdüğünü gördüm. Dikkatli baktığımı görünce kardeşim;

“Hişşit önüne bak!” diye takıldı.

Ona aldırış edecek durumda değildim. Aramızda üç dört metre kalınca kadın da bana bakmaya başladı. Gözlerimizden yayılan anlam dalgaları bilincimize ulaşmış olmalı ki sıcaklık doldu ruhumuza. Ben bu kadını tanıyorum ama… Hay Allah, nereden acaba! Hafızamı bütün gücümle yoğunlaştırınca hatırladım. Kadın bir iki metre yakınımıza yaklaşmıştı ve hâlâ gözlerime dikkatlice bakıyor, belli ki o da beni hatırlamaya çalışıyordu. Ayağa kalktım;

“Josephine!” dedim.

Yüzündeki şaşkınlık, birkaç saniye sonra her noktasıyla gülümsemeye dönüştü;

“Baba!” dedi.

Kardeşim de Josephine’nin kızları da şaşırmışlar ve eminim ki nereden tanıştığımızı düşünüyorlardı.

Sarıldık öpüştük. Kızlar şaşkınlıkla bir annelerine bir bana bakıyorlardı. Buyur ettik, oturdular.  Ne içmek istediklerini sordu kardeşim, onlar da kahve istediler.

Josephine, Fransızca bildiğimi zannederek;

“Papa, qu'est-ce que tu fais ici? (Baba, ne yapıyorsun burada?) diye sordu.

Kardeşime;

“Çevirmenlik yap, anlamıyorum.” dedim.

Kardeşim, gezmeye geldiğimi ve kısa süre sonra döneceğimi söyledi.

Uzun yıllar önce iki buçuk ay kaldığım mülteci kampında tanımıştım Josephine’i. Aynı o yıllardaki gibi baba diyordu bana. Bir gün şehirden döndüğümde, kampın girişindeki büroda, yanında iki bebeğiyle iltica başvuru belgesini dolduruyordu. Nijeryalıydılar. Sonradan öğrenmiştim, üç yaşındaki çocuğun adı Blessi, küçük bebeğin adı Elizabeth idi ve henüz altı aylıktı.

Josephine aynı anda iki çocuğa birden bakmakta zorlanıyordu. Çocukları oldum olası severim zaten. Josephine, Elizabeth’e rahat baksın diye Blessi’yi salıncakta sallar, tahterevalliye bindirir veya kucağımda gezdirir ya da türkü söyleyerek dans eder, oyalardım. Bir defasında kucağımdayken gömleğimi ıslatmıştı. Josephine, Blessi’ye sert şekilde söylenince susturmuş, hoş görmesi için onun bir çocuk olduğunu hatırlatmıştım.

O günlerde, kitap okumanın yanı sıra Vallorbe deresinden topladığım taşlardan küçük bir çakı, bir ve sıfır numara zımpara yardımıyla üç dört günde bir, balık, kalp, ayakkabı, burçların sembolleri, çiçek, kuş, damla veya değişik biçimlerde heykelcikler yapıyordum. Yumuşak ve ancak hayal edilebilecek renkteydi taşlar. Bittikten sonra önce kaba kumaşa ve ardından kadife parçasına sürerek, elmas kadar değilse bile güzelce parlatıyordum.

Hafta sonu kardeşimlere gittiğimde yeğenlerim görmüş ve çok beğenmişlerdi. Ne var ki henüz kulplarını yapıp zincir takarak kolye haline getirmediğim için üçünün birden büyük bir azimle başladıkları el koyma girişimleri, direnişimden ötürü fiyaskoyla sonuçlanmıştı.

Kolye objeleri sekiz on tane olunca, kulplarını yapmış, gümüş zincir almış, kampın bahçesindeki masada takmaya uğraşıyordum. Josephine, Blessi’nin elinden tutmuş, kucağında Elizabeth’le yanıma gelmişlerdi. Daha yanıma tam gelmeden, beni kucağına al dercesine kollarını bana uzatmıştı Blessi. O çocuksu benimseyişi içime dolmuştu temmuz güneşi gibi. Kolyeleri, okumakta olduğum kitabın üzerinde bırakarak kucağıma almıştım. Hemen salıncağı gösterince de götürüp bindirmiştim. Yerel dilinde beni salla dediğini, beden dilinin yardımıyla anlamıştım. Josephine, on on beş dakika sonra çarşıya gideceğini söyleyerek Blessi’yi almış ve yanımdan ayrılmıştı.

Masaya gelip kolyeleri topladığımda, zincirini taktığım, narçiçeği renginde ve minnacık kalp biçimindeki kolyenin eksik olduğunu fark etmiştim. Rengini ve biçimini çok beğenirdim bu kolyenin. Onu kimseye vermeyecek, torunuma hediye edecektim.

Neyse; Blessi kocaman güzel mi güzel bir genç kız olmuş. Üniversitede mikro teknoloji bölümünde okuyormuş. Elizabeth de güzel bir kız olmuş ve lisede okuyormuş. O günden bu yana hayatımızı nasıl yaşadığımıza dair şeyler konuştuk.   

Yine kardeşim aracılığıyla Blessi’nin beni hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Hatırlamıyordu çocuk. Annesi kampta beraber kaldığımız süre içinde onu oynattığımı, kucağımdan inmediğini, kendisini çok sevdiğimi söyleyerek hatırlatmaya çalıştı ama Blessi, gülümsemeyerek başını sağa sola salladı.

Josephine, Blessi’ye “Kampta, babanın kucağındayken gömleğini ıslatmıştın.” deyince kızcağız utanmış yere bakmıştı.

Josephine buraya ilk geldiğinde kocası yanında yoktu zaten. Nedenini sormuştum, “O İspanya’da kaldı.” demişti. Kardeşimin çevirmenliği sayesinde konuşuyorduk. Kocasının gelip gelmediğini sordum. Gelmemiş. Ama aldığı habere göre bir uyuşturucu alış verişi sırasında çıkan kavgada birini bıçaklayarak öldürmüş ve uzun yıllardır Bilbao cezaevindeymiş.

Biz böyle hoş sohbet muhabbet ederken kardeşimin gözü Blessi’nin tişörtünden çıkan narçiçeği rengi, kalp biçimindeki kolyeye ilişti. Ve tanıdı. Çünkü yeğenlerimin el koymaya çalıştıkları sırada görmüş ve çok beğenmişti. Masanın altından bacağıma dürterek kaşıyla kolyeyi işaret etti. Gözlerimle evet, dedim. Bakışlarından geçen bulutlardan, kızlarına değil, Blessi’ye hediye ettiğimi sandığı için kıskandığını anladım. Kardeşim;

“Ton collier est très beau Blessi (Kolyen çok güzelmiş Blessi). dedi.

Blessi teşekkür etti. Josephine’in siyah ten rengi kıpkırmızı olmuştu. İri gözlerinde beliren utanma duygusu gözyaşına dönmek üzereyken yalvarırcasına bakıyordu. 

 Gerek yoktu ama ben yine de sözlerini aynen çevir diye uyardım ve;

 “Bu kolyeyi yıllar önce, büyüdüğünde Blessi’ye vermesi için Josephine’e hediye etmiştim.” diye ekledim.

Kardeşim çevirerek söylediği sözleri işittiğinde, güller açtı Josephine’in gözlerinde. Kuş cıvıltısına benzeyen minnet dolu sesiyle;

“Baba…” dedi.

 

 

 


İlginizi Çekebilir

Pencere

Nurşah ERDEM

Hastane Bahçesi

İrem ATALAR