Ahit
“Burada ne işiniz var İmer Han?”
İçinde bulunduğu durumdan ötürü afallamış olan İmer Han, şaşkınlığının etkisi ve aynı zamanda boğazına dayanmış kılıçların sebep olduğu adrenalinle konuşamıyordu.
“Bil… Bilmiyorum.” diyebildi güçlükle. Yanıttan memnun olmayan Tomris Sultan’ın sinirleri taşıyordu.
“Pek ala… Demek ki küçük bir çocuğa anlatır gibi anlatacağız. Şu karşıdaki kıyıları bakın! Orası sizin krallığınız. Burası ise benim. ‘Sınırlar’ diyorum anlayabiliyor musunuz? Sınırlar… Hangi cüretle geçmeye kalkıştığınızı anlamadığım sınırlar…”
İmer Han biraz kişisel mesafe istemek adına bir el işareti yaptı. Buna karşılık Tomris Sultan’ın göz hareketiyle muhafızlar bir adım geriye çekildiler. Önünde uzanan koca sarayın heybetine göz gezdiren İmer Han olayları anlamlandırmaya çalışıyordu. En son hatırladıklarını gözden geçirdi. Dün öğlen saatlerinde sarayının arka kısmında bulunan ormanda ava çıkmıştı. Geç saatlere kadar avlanan Han geceyi geçirmek adına bir ağacın altında kamp yaptığını hatırlıyordu. Kamp ateşinin nazlı aleviyle uykuya daldıktan sonra boğazını acıtan bir tehdit unsuru ile uyanmıştı. Dönüp bir daha saraya baktı. Kendi sarayı değildi. Arkasını dönüp ormana baktığında küçük bir işaret gözüne batmıştı.
“Tomris Sultan, topraklarınızda avlanmak yasaktır değil mi?” şeklinde bir soru yöneltti.
“Nasıl bir soru bu? Kat’i suretle muhafızlarımdan başka kimse silah kullanamaz burada. Ne demek istiyorsunuz?”
“Muhafızlarınızdan biri bu kuralı çiğnemiş olabilir mi?”
“Her daim hayvanlarımızın sayısı tutulur İmer Han. Şimdi bu saçmalıkları bırakın da bu mütecaviz girişiminizin nedeni açıklayın! Size yeterince sabır gösterdim. Büyük bir soruna yol açmadan kendinizi ifade edin!”
“Aslında büyük bir sorunumuz var Tomris Sultan. Zira burası benim topraklarım!”
“Ne saçmalıyorsun sen?”
“Bunun nasıl bir büyücülük eseri olduğunu siz açıklayacaksınız. Yaklaşın size anlatacağım.”
Yaklaşma konusunda tereddütleri olan Sultan, adamlarından birini gönderdi. Bu numaranın altından neyin çıkacağını konusunda ciddi bir merak içindeydi.
“Pek ala…” diye devam etti İmer Han. “Şu ağaca saplanmış olan hançeri görüyor musun? Üzerinde İmer Hükümranlığı arması var.”
“Bu hiçbir şeyi açıklamaz, topraklarıma girerken hançeri o zavallı ağaca sapladığınız o kadar açık ki. Lütfen bu oyunları bırakın artık.” diye seslendi Tomris Sultan. Artık tüm sakinliğini yitirmişti.
“Peki ya buradaki canından olmuş tilki?”
“Ne tilkisi?”
Merakına yenik düşen Tomris Sultan karnı deşilerek hayata gözlerini yummuş hayvanın yanına yaklaştı. Sonrasında muhafızlarına dönüp “Buna sebep olan, kendi kellesine de sebep olacak” diye bildirdikten sonra İmer Han’a tam bir şey söyleyecekken gözlerine takılan manzara karşısında “Olamaz…” şeklinde bir haykırış yükseldi Tomris Sultan’dan. Bir yandan da elini karşı kıyıya işaret ediyordu. İmer Han o yöne baktığı anda durumun vehametini anladı. İmer Sarayı’nın arkasında bulunan ormanın yerinde koca bir uçurum vardı ve önceden yüksek ağaçlarla kaplı arazinin biraz ötesinden Mukaddes Pusula göz kırpıyordu.
“Önüne çıkan her yolu kendine mübah görenler, kaybın hikayesinde başrolü oynayacaktır.” dedi İmer Han.
“An..la…yamadım?” diye karşılık verdi Tomris Sultan soru sorar bir ifadeyle.
“Topraklarınızda Mukaddes Risaleler pek revaçta değil sanırım” cevabını aldı karşılık olarak.
“Durumun farkında mısınız İmer Han?”
“Durumla ilgilenmem ben. Çözümün farkında olmam gerekir.”
“Durumu bilmeden çözüme ulaşamazsınız.”
“Teoride ben daha şanslıyım. En azından topraklarımın yerini biliyorum. Pek ala sizin açınızdan durum nedir peki?”
“Mukaddes Pusula… Artık topraklarımızı korumuyor… ve çözüm için sadece 24 saatimiz var. Sonrasında bütün dünya yerle bir olacak…”
Başını ellerinin arasına götüren Tomris Sultan, bulduğu bir ağaç kovuğunun üzerine oturdu. İmer Han da sezgisel bir hareketle Tomris’in yanına çömeldi.
“Nasıl yani Mukaddes Pusula bozuldu mu?”
“Dünya’nın dengesini bozduk ve artık dünya bize karşı harekete geçti.”
“Ne yapılması gerekiyor?”
“Bir an evvel Başbüyücü’ye ulaşmalıyız. Hükümranlığımın en dik dağlarında yaşar. Onu buraya getirmek için bir muhafız yollayacağım. Bu sırada siz hiçbir yere gitmiyorsunuz İmer Han.”
“Nasıl yani? Tutsak mıyım burada?”
“Kaybın hikayesinde başrol oynamak istemiyorsanız burada kalmalısınız.”, “Muhafızlar, bir an önce bana Başbüyücü’yü getirin. Kendileri gelinceye kadar İmer Han’a vakit geçirmesi için bir oda tahsis edin. Hiçbir problem istemiyorum!”
Durumun şaşkınlığı içinde emri alan muhafızlar toparlanarak görevlerini yerine getirmeye koyuldular. O sırada bir muhafız İmer Han’a yaklaşarak: “Odanız hazır majesteleri, dilerseniz size yolu göstereyim.” dedi. İmer Han karşılık verme gereği duymadan muhafızın peşinden sarayı içine geçti. Kafasında cevaplanması gereken milyonlarca soru vardı. Mukaddes Pusula asırlardır bu toprakları koruyordu. Ama Babasının verdiği tarih dersleri çok sıkıcıydı. Bu yüzden daha fazlası ile ilgili hafızasında herhangi bir bilgi kırıntısı yoktu. Anlaşılan Tomris Sultan da pek bir şey bilmiyordu. Peki kendi toprakları buradaysa Tomris Sultan’ın toprakları neredeydi? Kendisine tahsis edilen odaya girdiğinde yatağa uzanıp uzun süre bunları düşündü. Halkı tehlikeydi. Aynı zamanda kıyının bu şeridindeki halk da tehlikedeydi. Bütün dünya tehlikeydi ve elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Uykulu geçen birkaç saatin ardından kapı çaldı ve herhangi bir yanıt beklemeden açılan kapıdan Tomris Sultan, ardından ise yüzünden yaşı belli olmayan fakat bir statü ifadesi olarak beyaza bulanmış uzun saçları ve bir o kadar da uzun boyuyla bir adam belirdi.
“Toparlanın İmer Han, konuşacaklarımız var!”
“Buyrun Sultanım… Dinlemekteyim.” diye cevap verdi İmer Han alaycı bir ses tonuyla.
“Laubalilikten hiç hoşlanmam, hele de kıyamet kapıdayken…” diyerek araya girdi beyaz saçlı adam.
“Sanırım siz Başbüyücü olmalısınız, yirmi dört saat içerisinde bu felaketten nasıl kurtulacağımızı öğrenebilir miyim?”
“Size bir efsaneden bahsetmemi ister misiniz İmer Han?”
“Ah… Lütfen gerçeklik dozu iyi ayarlanmış olsun.”
“Pek ala… Asırlar ve asırlar önceydi. Her şey bir toz bulutunun boşluğa yayılmasından çok az sonra olmuştu. Dünyanın sahipleri, insandan öncekiler…”
“Lütfen ama, bu palavraları dinlememi beklemiyorsun değil mi?”
-kısa bir gülümsenin ardından- “Dünyanın sahipleri, insandan öncekiler, türdeşlerinin varlıklarını sorguladılar ve bu sorgulama amansız bir mücadeleye dönüştü. Sonuç olarak dünyanın en güçlü duygusuyla tanıştılar. Nefret…! Bu nefret öylesine damarlarında dolaşıyordu ki, var güçleriyle devlere çukurlar kazdırdılar ve bu çukurlarını su doldurmak için köleleri kullanıyorlardı. Ayırmak, bir olmadığını ötekileştirmek varlık kanunuydu ve bu kanunun eserini şurada görebilirsiniz.” dedi pencereden dışarı göstererek. İmer Han ismini parıldayan su damlalarından alan Parla Nehri’ne baktı pencereden. Öteki kıyıda var olan boşluğu beyninin doldurma çalışmalarına müsaade ederek.
“Devler o kadar derin kazmışlardı ki, artık yer kürenin merkezindeydiler ve merkezde bugün Mukaddes Pusula dediğimiz mekanizmayı buldular. Zamanın hükümdarları bu garip aleti incelemek için yerinden çıkardıklarında karşılaştıkları manzara bugün yaşanandan farksızdı. Topraklar sabitliğini yitirmiş, dünya artık ilk günden daha çok karmaşa içindeydi. Siz sormadan söyleyeyim; Pusula’yı yerine koymaya çalıştılar ama kazarken mekanizmanın destekçilerine zarar verilmiş, kullanılamaz hale getirilmişti. Bunun üzerine zamanın büyücüleri suni bir destekçi mekanizma inşa ettiler ve mekanizmayı rakımı en düşük yere monte ettiler. Fakat gözden kaçırdıkları bir şey vardı. Pusula yeraltı sularında bulunan karbondioksit gazıyla çalışıyordu. Karbondioksit elde etmek her ne kadar kolay olsa da bunu sıvı bir halde mekanizmaya nasıl aktaracaklarını bilmiyorlardı. Derkeeen amatör bir büyücü buna bir çözüm buldu. Kan… Hem sıvı hem karbondioksit içeriyor. Mekanizmayı iki ayrı insan kanıyla besleme fikri yavaş yavaş yetkin büyücüler arasında da kabul görmüştü. Ama bu iki kişinin kim olacağı belirsizdi. Sonuç olarak iki gönüllü çıktı ortaya. Aslında yakından tanırsınız ikiniz de onları. Kan meselesi nihayetinde.”
“Nasıl yani?” diye sordu Tomris Sultan.
“Biri zat-ı şahanelerinizin büyük-büyük annesi Sultanım. Öteki de İmer Han Hazretlerinin aynı kuşaktan dedesi.”
“İçimden bir ses bu adamın bir şarlatan olduğunu söylüyor Tomris.”
“Rica etsen biraz sakinleşebilir misin İmer? Böylesine büyük bir kimliğe saygısızlık etmeni istemiyorum.”
“Devam ediyorum hikayeye müsaadenizle?”
“Yüce Yaratıcı… Çözüm aradığımızı sanıyordum ama bu adam resmen masal anlatıyor bize.” diye iç geçirdi İmer Han.
“Evet, devam ediyorum” dedi Başbüyücü, İmer Han’ı pek de umursamayarak. “Bu iki gönüllü, amatör büyücünün yönlendirmeleri ile Pusula’nın iki yamacına yerleşerek talimatları dinlemeye koyuldular. Lakin başlarına geleceklerden çok da haberleri yoktu. Sadece kanlarının bir kısmından feragat edip dünyayı kurtaracaklarını düşünen iki insan, büyücünün talimatıyla bileklerini kesip mekanizmadaki sıvı girişine aktardılar. Kısa bir sürede bilinçlerini kaybetmeye başlayıp yardım istedikleri anda ise amatör büyücümüz bütün yardımların önünü kesti. Çünkü ancak bütün kanlarını feda ederlerse her şey yoluna girecekti. Büyücü bunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden de gerçeği bu iki kahramandan saklamıştı. Bedenlerindeki tüm kan akıtıldığında mekanizma harekete geçti ve kısa bir süre sonra toprakların sabitliği sağlandı. Ama büyücünün unuttuğu bir nokta vardı. Tıpkı Mukaddes Risaleler’de geçtiği gibi; ‘Çarpıtılmış her hakikat; insanlığın geleceğe miras ettiği musibetler bütünüdür.’. Musibet bugün bize buldu. Mekanizmanın bir daha bozulacağını biliyordum. Tüm hayatımı, geleceğime çarpıtılmış hakikatler bırakmamak adına bugün için harcadım. Ne yapacağımızı biliyorum.”
“Ne yapacağız peki?” diye sordu Tomris Sultan. İmer Han da gözlerini dikmiş cevap bekliyordu.
“Atalarınızdan kalan mirası doğru bir şekilde yerine getirmelisiniz Sultanım.”
“Yüce Yaratıcı aşkına! Bu ne demek? Ölmemizi mi istiyorsun sen Büyücü? Hayatını verip bulduğun çözüm bu mu?” İmer Han artık ne diyeceğini bilemiyordu.
“Tabii ki hayır, ölmeyeceksiniz Majesteleri. Ama sizin ve Tomris Sultan’ın kanını almak zorundayım.”
“Haddinizi aşıyorsunuz Büyücü, kan almak ne demek? Yıllar önce dürüstlüğünü yitirmiş bir büyücünün hatasını dürüst olarak mı kapatmaya çalışıyorsunuz? Derhal başka bir çözüm bulmanızı emrediyorum!” diye çıkıştı Tomris Sultan.
“Açıklayayım Sultanım… Siz ve İmer Han Hazretleri kanınızı sıvı girişinden akıtırken sizleri büyü ile uyutacağım. Bir yandan kanınız akarken diğer yandan icra ettiğim büyü sayesinde kanınız yinelenecek ve bu şekilde hayatta kalmış olacaksınız.”
“Açıkçası ben bu adama güvenmiyorum Tomris.”
“Ben hiç güvenmiyorum…!”
“Belirtmeliyim ki an itibariyle dünyanın yerle bir olmasına dört saatimiz kaldı.” diye araya girdi Başbüyücü.
“Dört saat mi? Dört saatte pusulaya bile ulaşamayız!” şeklinde bıkkınlık ifadesini belirtti İmer Han.
“Büyüyle ulaşabiliriz.”
-Tomris Sultan, İmer Han’ı köşeye çekerek- “İmer, sanırım bunu denemeliyiz.”
“Asla olmaz, ölmek istemediğimi zannetmiyorum.”
“Mantıklı düşünür müsün? Dört saat içerisinde her türlü öleceğiz, bu elimizdeki tek şansımız!”
“Bilemiyorum…”
“Senden bir şey bilmeni beklemiyorum zaten İmer. Sadece söylenenleri yerine getir.” Ardından Başbüyücüyü dönerek: “Bir an önce gidelim Büyücü.” dedi.
Bir zamanlar etrafını yeşilliklerin kapladığı Mukaddes Pusula’nın her yanı sarımsı bir havaya bürünmüştü. Saniyeler süren seyahatlerinin ardından İmer Han baş dönmesi yaşıyordu. Etrafına bakındı. İnsanlar anlamsızca koşuşturuyor, duyulmadık dillerde naralar atıyor, birbirlerine sataşıyorlardı. “Ne oluyor burada” diye sordu sessizce. “Deliriyorlar…” yanıtını verdi Başbüyücü. “Bir an evvel işe koyulmalıyız.”
Başbüyücü Pusula’nın etrafına birtakım çizimler yaptı. Sonra Tomris Sultan ve İmer Han’ı işaretlediği yerlere yerleştirdi.
“Şimdi gözlerinizi kapatmalısınız. Büyüyü gerçekleştirirken ikinizin de bileğinizi yarıp gereken yere yerleştireceğim. Hiçbir şekilde kıpırdamanızı istemiyorum.”
İki tarafta da onay alan Büyücü, ilk önce bir gözüyle ayı yokladı. Ne kadar zaman geçtiğini ölçmeye çalışıyordu. Ardından İmer Han’a döndü. Gözleri kapalıyken dahi tedirginliğini hissedebiliyordu. Kendisi de tedirgindi. Yıllardır gerçekleşmesini beklediği felaketi yaşıyordu. Hep hazır olduğunu düşünmüştü. Ne kadar kendinden emin görünse de, adını tarihe geçirmeye, doğanın ona atfettiği büyü gücünde bir üst versiyona geçmeye hazır değildi. Kafasından bunları geçirirken İmer Han’ın bileğini kesti. Kısa bir acı sesinin ardından kestiği bilekten akan kanı ulaşması gereken yere aktardı. İmer Han’ın bilinci çoktan kapanmıştı ve artık ayakları yere basmıyor, ruhani bir varlık edasında yerden birkaç santim havada süzülüyordu. Sıra Tomris Sultan’a gelmişti. Aynı işlemleri ona da uygulamasının ardından ayı bir kez daha kontrol etti. Zaman azalmıştı. Şu vaziyetten sonra yapabileceği en iyi şey olacakları izlemekti. Birkaç adım geriye çekilip ışık halesiyle çerçevelenmiş eserini izledi bir süre. Sonra yere uzandı. Bekleme vakti gelmişti. Gözlerini kapatıp ne olacağını düşünmemeye çalışarak dinlenmeye geçti.
Gözleri kapalı, kulaklarını dört açmış bir şekilde beklerken etraftan gelen seslere dikkat kabarttı Başbüyücü.
“Ne oldu? Dört saat geçti mi?”
Ses Tomris Sultan’a aitti. Gözlerini açmadan yanıt verdi. “Aslında tam yirmi dört saat geçti Sultanım.”
“Ciddi olamazsın Büyücü” diye çıkıştı İmer Han, kendine gelmeye çalışırken.
“Dilerseniz topraklarınızı kontrol edin Majesteleri, ne demek istediğimi anlayacaksınız.” yanıtını verdi Başbüyücü keyiflenerek. Etrafına bakan İmer Han, dün gördüğü manzarayı aradı. Ama etraftaki her şey normal görünüyorlar. Topraklar yerlerindeydi. O sırada derin bir iç geçiren Tomris Sultan: “Yaşadığım en uzun gündü sanırım.” dedi. “Benim de.” diye ekledi İmer Han, ayağa kalkarken:
“Tomris, sana bir şey sormalıyım.”
“Dinliyorum.”
“Benimle evlenir misin?”
“Anlayamadım?”
“Ne… Hesapladığım kadarıyla son 36 saattir birbirimizi boğazlamaya çalışmadık ve açıkçası artık bu çarpıtılmış gerçeklik içerisinde daha fazla savaşa göz yummamalıyız.”
Tomris Sultan henüz bir cevap vermemişken gülümseyerek ayaklanan Başbüyücü: “Ben en iyisi sizi bu sohbeti yapabilmeniz için yalnız bırakıyım.” dedi. “Bir dakika Büyücü!” diye seslendi İmer Han. Tam arkasını dönmüş olan Başbüyücü duraksadı. “Nereye gidiyorsun? Sana bir kez daha ihtiyacımız olursa nerede bulabiliriz seni?”
“Açıkçası bir daha görüşeceğimizi sanmıyorum, Majesteleri. Ben hayattaki yegane görevimi yerine getirdim. Uzak bir diyarda inzivaya çekileceğim. Beni bir daha buralarda göremeyeceksiniz.” diyerek yoluna devam etti.
“Bir saniye, benim de bir sorum var.” sözleriyle bir kez daha durdurdu Başbüyücü’yü Tomris Sultan. “Bahsettiğin, daha önce Pusula Kıyametini durduran amatör büyücü…. Kimdi o?”
“Sizce bu hikayeyi bilmem ve bu işi düzeltmeye hayatımı adamam bu sorunuza bir cevap değil mi Sultanım?” dedi yanıt olarak Başbüyücü, adımlarını sıklaştırıp dünyanın iki büyük hükümdarını arkasında bırakırken.