Zehre

Evim, çirkin görünüşlü beton yığınlarının müsaade ettiği kadar denizi görüyor. İki mavinin birleştiği ufku seyretmek, ufukta karışık düşüncelerimi yok etmek… Dört mevsim martıların süzülüşlerini ve kırlangıç zamanı kırlangıçların aşk şarkıları icra ederek danslarını seyretmek… Huzur bu işte benim için. Küçük balkonumu da unutmamalıyım. O da benim huzurum. Uykumu mesaiye bıraktığım gecelerde küçük balkonumda limana girmeyi bekleyen gemilerin ışıklarının göz kırpmalarını seyrederim. Bazı geceler üç gemi, bazı geceler iki gemi göz kırpar bana. Şiirlerime giriverirler o an. Şair misin diye sorsanız değilim derim. Belki şiir yürekliyim. Âcizane yüreğimin cümleleri kalemden akıverir beyaz sayfalara…

Karşı apartmanın çok büyük olmasa da güzel bir bahçesi var. Apartman görevlisi ailenin o bahçeyle uğraşması çok hoşuma gidiyor. İtiraf edeyim, canım çekiyor. Yolda yürürken bir yerlerden gelen mis gibi yemek kokusu duyarsın da canın çeker ya, işte öyle. Benim canım da bahçeyle uğraşmak çekiyor. Bazen her şeyi arkanda bırak ve bahçesi olan küçük bir ev al diyorum. Denizi de görmeli mutlaka. Gerçek olur mu, sadece düşüncede mi kalır şu an bilmiyorum. Canım bahçeyle uğraşmak çekiyor demiştim ya çekiyordu daha doğrusu. Şimdiye kadar anlattıklarım bir sene öncesine kadar öyleydi. Artık ne ufuk ne martılar ne kırlangıçlar ne de o bahçe… Huzur mu? Ta ki o hayatıma girene kadar. O benim hayatıma girdi ama ben onunkine giremedim.

Çalıştığım gazetede sabahladığım bir günün yarı uykulu öğle vakti ilk adımını attı hayatıma. Uykumdan beni sanki bir el dürterek uyandırdı. Yüzümü bile yıkamadan hemen mutfağa girip kahve makinesine yöneldim. Gülümseyen siyah kupama kahve doldurup balkona, iki maviyi seyretmeye çıktım. İki maviden önce gördüğüm kocaman bir nakliye aracı oldu. Karşı abartmanın üçüncü kattaki boş olan dairesinin camına asansörünü dayamış, eşya taşıyordu. Yeni kiracı gelmiş dedim ve mavileri seyre daldım. Kahvem bitene kadar balkonda oturdum. İçeri geçtim ve bir film açıp izledim ama pek keyif almadım. Uzun zamandır okuduğum ve bir türlü bitiremediğim kitabı bitirmeye karar verdim. Kitabı bitirdiğimde hava kararmaya başlamıştı. Camdan baktığımda nakliye aracının olmadığını gördüm. Mesleğimden dolayı mı yoksa her insanınki gibi bir merak mı? Bakışlarım karşı apartmanın üçüncü katına yöneldi. Balkonun ışığı yanıktı. Kısacık siyah saçlı, siyah çerçeveli gözlüklü, çok uzun ve zayıf olmayan bir kadın, rengârenk sardunyaları olan saksıları balkona yerleştiriyordu. O an içimde bir şeyler harekete geçti. Saatlerdir bir şey yememiştim. Ondan galiba diye düşündüm. Beni yakacak olan ateş tutuşmaya başlamış meğer, bilemedim.

Arabam hâlâ tamirden çıkmadığı için gazeteye, evimin az ilerisindeki dolmuş durağından dolmuşa binerek gidiyordum günlerdir. O sabah da tamirciye saydıra saydıra dolmuş durağına yöneldim. Neyse ki çok beklemeden dolmuş geldi ve dolu değildi. Cam kenarındaki boş olan koltuklardan birine oturdum. Dolmuşun hareket etmesini beklerken ekmek kırıntılarıyla kahvaltılarını yapan güvercinlerin birbirleriyle kavgalarını seyretmek yüzümü gülümsetmişti. Bir anda dolmuşa yasemin kokusu yayılmıştı. Güvercinlere öyle dalmışım ki yasemin kokusu olmasa onun da dolmuşa binmiş olduğunu fark etmeyecektim. Önümdeki koltuğa oturmuş, telefonundan bir şeyler okuyordu. Etrafıyla ilgili değildi. Dolmuşun bir an önce hareket etmesini beklerken, nedense hareket ettiğine sevinemedim.  İkimiz de son durakta indik. O önde ben arkada aynı yöne doğru gidiyorduk. Gazetenin önüne kadar geldik.

Yok artık!  Yaşanması gereken yaşanır hayatta deyip tesadüflere inanmayan ben, bir şok etkisi yaşadım. O, ben ve gazete… Gazeteye birlikte giriş yaptık. İlk göz göze gelmemiz de bu şekilde oldu.  Günaydın mı dedi, yoksa o siyah gözler beni hapis mi etti anlamadım. Siyah en sevdiğim renkti zaten.  Gülerek bakan iki siyah göz… Ömrüne ömür katar insanın. Zehre, nasıl bir çiçeksin sen böyle? Gözleri gibi adı da ilmik ilmik işlenmeye başladı kalbime. İlk görüşte aşk mı? Yok! Olmaz, olamaz! Oğlum Tan, kendine gel diyen iç sesim susmadı gün boyu.

İşe alışıncaya kadar Zehre’yi bana yardımcı olarak görevlendirdiler. (Tesadüflere inanmayan ben?)  Böylelikle Zehre ile gazetede aynı bölümde çalışmaya başladık. Zamanla arkadaşlığımız daha içtenlik kazandı. İşe de beraber gider gelir olduk. Arkadaşlığımız dediğime bakmayın o beni arkadaşı olarak görüyordu. Bense yanmaya başlayan ateşi her gün daha da körüklüyordum. Arada bir iş çıkışları birlikte yemek yiyip kahve içiyorduk. Birkaç kere sinemaya gitmeyi ya da birlikte film izlemeyi teklif ettim. Nedense Zehre her seferinde işi olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Bende de bitmek tükenmek bilmeyen bir umut hep vardı.

Bir türlü hislerimi Zehre’ye söyleyemiyordum. İçimde onunla yaşayamadıklarımı bir bir büyütüyordum. Tüm şehir ışıklarını söndürünce kuş olup uçuyordu bana. Avuçlarımda tutuyordum hayalini. Ateşini tutuşturduğu yüreğimin sıcaklığıyla demleniyordum onunla. Damarlarımda akışını hissediyordum. Ruhumun bahçesinde hep Zehre açıyordu. Sevda şiirleri yazıyor, mutluluk resimleri çiziyordum. O benim kara gözlü mavimdi. Karadeniz’in hırçın dalgaları dans ederken sahilde, karanlık gecemin tek yıldızıydı. Bir nefes kadar yakın, nefessiz bırakacak kadar gerçekti. Biz olmadan bir oluyordum. Körkütük seviyordum Zehre’yi. Uykusuz gecelerimin düşlerini anlatacakken, Zehre’li cümleler bir bir düğümleniyordu boğazımda. Anlatamıyordum bir türlü hislerimi Zehre’ye. 

Günbegün siyah gözlerde kaybolurken, Zehre’nin bana karşı hislerini de anlamaya çalışıyordum. Bir o kadar yakın, bir o kadar da uzaktı. Yakınlığı bazen sevgilice oluyor, ben yaklaştıkça da uzaklaşıyordu. Bu durum kafamı daha çok karıştırıyordu. Belki bu yüzden ona hislerimi anlatamıyordum. Bir gizem vardı ama ne? Onun için ne ifade ediyordum anlayabilsem ve ona anlatabilsem… Bu anlaşılmazlık beni çok yoruyordu. Ne kadar yorulursam yorulayım tüm benliğimle onun esiriydim. Aynı işte çalışmamız dışında bir de komşuyduk biz. Fakat bir kere bile ne o bana gelmişti ne de beni davet etmişti. Bana gelmese de ben onu gönül evimin sahibi yapmıştım. Kendi kendime yaşadığım bir aşkın kahramanıydım. “Can u dil yaksam n’ola cana yüzün şem’ine kim / Bal ü perden âşık-ı pervanenin pervası yok” demiş Ahmet Paşa. Divan Edebiyatı şiirlerindeki âşıklar gibi olmuştum sanki. Sevgilinin yüzünün ışığına canımı, gönlümü yaksam ne olur? Pervane gibi olan âşık kanadının yanmasından korkar mı? Korkmuyordum. Sevgilinin olduğu her yer cennetti, sabırla sevgiliden sürekli lütuf bekliyordum. Acaba benim de uğraşacağım bir rakip mi vardı? Ya varsa? Benim olmasını beklediğim gönül, rakibime aitse ne yapar, nasıl davranırdım? Düşüncesi bile beni benden alıyordu.

Beni benden alan düşünce düşüncede kalmadı ne yazık ki. Kalkar kalkmaz Zehre’yi görmek umuduyla balkona çıktığım bir pazar günü… Ah o kara pazar günü! Dünyam başıma yıkıldı. İçimdeki yangın tüm benliğimi yaktı, kavurdu. Zehre, daha önce görmediğim bir erkekle balkondaydı ve çok mutluydu. İçeri girmek istiyordum fakat hareket edemiyordum. Balkonun zeminine mıhlanmış gibiydim. Benim olmam gereken yerde başka bir erkek… Oysaki gecelerce beni yalnız bırakmayan hayallerimde, yalnızlığımızı kaçırdığımız sabahlar o balkondaki sardunyalarımızı suluyorduk Zehre ile. Deniz ve gökyüzü kızıla boyanmıştı bir anda. Benliğimin yangını sarmıştı her yeri. Ne kadar kaldım öyle bilmiyorum. Zehre’nin sesiyle kendime geldim. Tan gelsene, diye bana sesleniyordu. Gelsene mi? Bir sene olacaktı hayatıma gireli ve şimdi mi gelsene… Gidemezdim, gitmemeliydim. Onun yanında başka bir erkek varken nasıl giderdim. Gülümsemeye çalışarak, incelemem gereken bir dosya olduğunu söyledim. İçeri geçer geçmez kendimi soğuk suyun altına attım. Öyle bir yanıyordum ki soğuk su çare değildi, biliyordum. Erkekler ağlamazmış, yalan! Öyle bir ağlar ki gözlerimden akan Zehre’yle sessiz çığlıklar doldurdu dört duvarımı.

İçimi acıtan bir sabah ve o. Sesiyle içimde deli taylar koşturan Zehre ile işe gitmek için arabama biniyoruz. Zehre, sorsa da anlatsam hâliyle mutluluktan kıpır kıpır yanımda. Sormuyorum, korkuyorum sormaya. Gerek de kalmadı, anlatmaya başladı. Sevgilisiymiş o dünyamı başıma yıkan. Askerdeymiş ve dün sabah gelmiş. Artık birlikte yaşayacaklarmış. Anlattı durdu Zehre. O anlattı, ben sustum. Çoğu söylediği sesten ibaretti kulaklarımda. Gazeteye geldiğimizde bitti anlatacakları ya da bitirmek zorunda kaldı. Hep mutlu ol Zehre diyebildim. Hayatın gerçeği mi bu? Karşılık alamayacağını bilirsin aslında yine de bir umutla seversin. Belki bir gün… Kim ister böyle bir sevdayı? İstemezsin ama bile bile kendini yok edersin sevdanda.

Sessizliğimin derinliklerinde yaşıyorum artık hüznü. Mutluluk gülücükleriyle aldatıyordum kendimi ve çevremi. Zaman ilaç olur derler ya olmuyormuş anladım. Tükenip gidiyordum sevdamın yalnızlığında. Uykum artık her gece mesai yapıyordu. Sigaramın dumanının savrulduğu küçük balkonumla hüznümü paylaşıyordum. Puslu şehrin kasvetinde şiirler yazarken bize, tutamadığı ellerim üşüyordu. Bir sene yüreğimin yangını hiç sönmedi. Çünkü sönmesini istemedim. Kendi kendimi yaktım aslında. Daha ne kadar yakacağım?

Duygularımın mantığımı ele geçirmesine izin vermemeliyim artık. Üçüncü kişilere asla yer yok bu hayatta. Gece karanlık yorganını örtü şehre. Bu gece denizde üç gemi var. İkisi yan yana, biri onlardan ayrı kalmış. Tüm parlaklığıyla göz kırpıyor. Gitmenin vakti geldi artık, diyor. Evet, gitmenin vakti geldi. Bahçesi olan küçük bir ev. Denizi de görmeli. Bir hafta içinde sessizce işlerimi hallediyorum. Tam istediğim gibi bir ev buldum. Valizlerimi ve ona yazdığım şiirleri alıp sabahın ilk ışıklarıyla Zehre’den firar ediyorum. Martıların süzülüşleri ve kırlangıçların şarkıları karşılıyor beni…


İlginizi Çekebilir

Huzur

Aysel AKGÜL

Rastlantılar

Gülcan DEMİR

Cambaz

Merve BİRBİR