Dut Kurusu

Hatıralar sarmış dört bir yanımı, bana her şey dut ağacını hatırlatıyor diye mırıldanan Neva, uzun zamandır geçmişe özlem duyuyordu. Günler, geceler bir tekerlek gibi dönerken, aklı fikri tekerleğin aydınlık tarafına düşen dut ağacındaydı.

Dünya birkaç mevsimdir yaşanılası bir yer olmaktan uzaklaşıyordu. İlhan Berk’in  ‘Korkuyorum bir gün  biri çıkacak ve ey insanoğlu diyecek ve kimse üstüne alınmayacak.’ sözünün gerçekleşme ihtimali tren gibi hızlanıyor ama gözden kaybolmuyordu.

Ölen çocuklar, hayvanlar, kuşlar, hayaller, umutlar. Ah! O korkudan titreyen çocuklar, korkulu çocuk gözler, bir kucak arıyorlardı ninni söyleyen. Neva, dünya döndükçe; korkuyla bakan çocuk gözlerin, insan olabilenlerin ruhunda dönmeye  devam edebileceğini kestirebiliyordu. Kara bulutların günden güne daha da zifiri hale geleceğini tahayyül etmekten alıkoyamıyordu zihnini. O dut ağacına yaslanmak, dinlenmek belki de sığınmak istiyordu. Köylü kızların bahar dalları dokudukları, üzerine serçe kondurdukları, sebepsiz neşelenebildikleri, hayal kurabildikleri gündüze sığınmak... Halıların desenlerine gülen gözlerini bıraktıkları zamanlardaki gündüzlere. Köylerde eğitim yuvalarının  olduğu. Ah! O zamanlar. Kapı kilitlemenin ayıp görüldüğü zamanlar.

Seksen yıl önce Neva’nın dedesinin, köyün kurucusundan satın aldığı  arazinin içindeki dut ağacına sırtını vermek kafi gelmez miydi? 

Neva iki  kız iki erkek kardeşten en küçüğü idi. Ortaokul ve lise şehir merkezindeydi. Bir tek  minibüs giderdi. Şoför bir koltuk bile boş olsa hareket etmezdi. Neva ve arkadaşı saatlerce on  dakikalık mesafe için minibüsün içinde beklerdi. Neva ile Ece’nin kelimeleri dünyayı dolaşır, minibüs olduğu yere mıh gibi çakılı kalırdı. Şoför  arada bir gözleriyle minibüs koltuklarını  tarardı, ah o boş koltuk. Koltuk, sahibini bulmuşsa da görmezlikten gelirdi ki belki ayak yolcusu olur. Şoförün layık gördüğü zaman da minibüs yeni gelin gibi süzülerek, dar sayılmayan, yılan gibi kıvrılan  bozuk yollardan köy ormanının kucağına doğru ilerlerdi.  Köyün meydanı son duraktı. Arı gibi dağılırdı herkes minibüs durur durmaz. Nevalar bakkalın yanından hızlı  adımlarla, sağlı sollu evlerin olduğu kah eğimli kah düz sokaktan yürürlerdi evlerine doğru. Sağ  tarafta şırıl şırıl akan bir çeşme ve çeşmeye selam verir gibi eğilen söğüt ağacının  dallarını da görmezden gelemezlerdi her seferinde. Birkaç adım sonra da evlerine varırlardı.  Ece’nin evi  biraz daha ilerdeydi.  Sokakta bir komşu ile karşılaşsalar, hangisi olursa olsun,

“Kız Neva, geldiniz mi?” derdi.

Neva bahçeye adımını attığında karşısında öylece dururdu dut ağacı. Sessiz bir insan gibi. Heybetli, şefkatli, bütünleştirici, her yöne dağılmış dallarıyla; onca yağmura, haftalarca dallarında taşıdığı kara, sert rüzgarlara, gürültüye karşı esnekliği ile  kafa  tutardı.

Neva  okuldan geldiğinde, annesi onları dut ağacının dibine toplardı. Fırından çıkmış sıcacık ekmek, tereyağı, çay ile  donatırdı masayı. Nasıl güzel bir lezzetti o. Tereyağı ekmeğin üzerinde erirdi.

‘Yazın Neva’nın kuzenleri geldiğinde, kahvaltıyı nerede yapalım?’ sorusuna verilen cevap hep aynıydı.

“Tabii ki dut ağacının aldında. Nerede olacak.”      

Uzun kahvaltılar, bitmeyen çaylar derken,

‘Temiz bir örtü getirin, biraz silkeleyelim.” derdi birisi. 

Pıt diye şefkatle örtüye düşerlerdi narin dutlar, dalları sallayınca. Konu komşu toplanır, neşeyle  yerlerdi. Çocuklar arı yakalama yarışı yapardı. Çocukluk işte. Kim daha çok arıyı kavanoza kapatabildi. Sayarlardı. Tabii hemen salıverirlerdi ki yaşasınlar, uçsunlar özgürce kendi dünyalarında; ne kadarsa ömürleri. ‘Önüm arkam sağım solum sobe’ diye  bağıran çocuk sesleriyle, kaç el değdi dut ağacının sükunetli gövdesine. Dut ağacının arkasında boylu boyunca uzanan arazinin ilerisinde sıra sıra ulu ağaçlar vardı. Yarım ay hizasında komşu sınırına kadar, salınarak boy gösterirlerdi.

“Seni anlatırken içimde bir sızı hissettim. Bir daha hiç yaşanmayacak anların hüznü var içimde.” dedi kendi kendine Neva.

İşte! Çok genç bir anne ve yavrularının hikayesine şahit babayiğit dut ağacıydı o. Kestane ağacı, elma, armut, şeftali... Her türlüsü vardı lakin Neva’da iz bırakan oydu.

Kurumadan önceydi bu bereketli hikaye, o kadar darbe aldı ki. En sonunda bıraktı kendini; yoruldu, dallarının önce biri, sonra biri düştü toprağa. Sonra diğeri, sonra hepsi ama kökü sağlam, damarları süzülerek dağılmış gibi yeryüzüne.

‘Bazı yıkılışlar daha güçlü kalkışların teşvikçisidir.’ diye kulağıma mı fısıldadı William  Shakespeare?

“Baharı hissettim içimde. Kuşlar cıvıldamaya başladı.  

“Anne, çay var mı?” diye seslendi Neva.

 


İlginizi Çekebilir

Yağmur

Banu YILMAZ

Mısraların Melodisi

Gülcan KORKMAZ

Başlangıç

Dilek GÜLCÜ