Teyzem
Telefonum. Bıktığım melodisiyle uzun uzun çalıyor. Teyzem. Uzun bir süredir görmüyordum. Bu kadar yıldan sonra kat kat boynu iyice genişlemiş, boyadan yıpranmış saçları, şimdi bebeklerinki kadar az olmalı. Uzun tırnaklarından, uçları kalkmış kırmızı ojeli tombul parmaklarıyla son arananlarda bulunmayan numaramı, adımı tuşlayarak bulmuştur. Beklesin biraz daha.
“Alo!”
Vazgeçemediği tütünden iyice kalınlaşmış, tüylerimi diken diken eden sesiyle;
“Merhaba Melike.” cümlesi geldi. Duygudan uzak, mekanik, neden aradığına dair en ufak bir ipucu barındırmayan karaktersiz bir ses tonu.
“Merhaba Teyze.”
“Nasılsın?”
“İyidir, sen?”
“İyiyiz biz de. Seni önemli bir mevzu için meşgul ediyorum. Beni Marcan Hukuk Bürosu diye bir yerden Avukat Sevcan Hanım aradı. Mübadele sonrası Malkara’da dedeme verilen konakla ilgili.” Bu cümle onun için çok uzun. Nikotini aralarda öksürerek dışarı ata ata gırtlağından zorla çıkartıyor kelimeleri.
“Konak mı?”
“Kırk odalı bir konak. Babamızdan duymuşluğumuz vardı ama hiç araştırmamıştık. Bu avukat hem diğer mirasçılara ulaşmış hem de tapu işlemlerini son noktaya getirmiş. Bize sadece vekalet vermesi kalmış. Saydığı isimler üçüncü kuşaktan akrabalar. Tanıdık geldi isimleri. En son elli yıl önce görüşmüştük. Çocuktuk. Dolandırıcı çok etrafta bir araştırıversen? Benim bir emekli maaşım bir de başımı soktuğum küçük bir evim var. Bunlar da elimden giderse bu yaştan sonra ne yaparım.”
İçimdeki mide bulantısını durdurmaya çalışarak dişlerimin arasından, “tamam” dedim. “Bir avukat arkadaşım var. Onunla konuşacağım. Seni ararım.”
“Tamam yavrum bekliyorum. Görüşürüz.”
“Hoşçakal.” ‘Yavrum da nereden çıktı şimdi. Tozlu bir anı sandığından sanırım.
“Alo, Teyze, ben Melike!”
Çatallı bıkkın bir ses tonu: “Canım, sen misin? Nasılsın? Sevcan Hanım beni yine aradı, satış için vekalet istedi. Korktum senden haber gelmeden bir işe kalkışmadım.”
“İyiyim. Sana bahsettiğim avukat arkadaşımla görüştüm. Bürodan sicillerini sorguladı el altından. Sorun yok. Vekaleti verebilirsin.”
İyi haberi aldıktan sonra bezgin ton, yakında kabaracak banka hesabının önden gelen sevinciyle neşelendi. “Peki yavrucuğum.”
Yine o arıyor. Son otuz yılda hiç konuşmadığımız kadar telefon görüşmesi yaptık. İnsan işi düşünce nasıl da kuyruğu kıstırarak telefona sarılıyor. Ortak tanıdıklardan geriye bir ben kaldım bir de o. Tiksiniyorum bu samimiyetsiz konuşmalardan.
“Alo!”
“Melike’ciğim, yavrum nasılsın? Yarın Malkara’ya gidiyoruz. Hem vekalet işlemlerini tamamlayacağız hem de satışı gerçekleştireceğiz. Restorasyondan sonra konağı otel yapacaklarmış. Sen de gelir misin? Akrabalarımız da orada olacak. Tanışmış olursun ben de yalnız gitmemiş olurum. Otobüs tutacaklarmış.”
“Olur gidelim.”
“Sabah 9’da bende ol canım.”
“Nerede oturuyorsun sen?”
“En son geldiğin evde.”
Uzun zaman sonra telefonun üzerine bir de yüz yüze karşılaşmak canımı iyice sıktı. Umarım kısa sürede her şey beklendiği gibi gerçekleşir de ben de rahat bir oh çekerim.
İşte orada bana doğru küçük ve seri adımlarla geliyor. Sanki eski bir dosta gelir gibi. Görüntüsü telefondaki sesle uyuşuyor. Elinde sigarası, göğsünün üzerinde yakın gözlüğü, mantar topuklu terlikler, pembe dar bluzu göğsü açık. Seksenlerden kalma ne varsa karşımda. Boyu iyice küçülmüş. Kollarını açıyor karşımda gözlerinde mahçubiyet mi var bana mı öyle geldi. Ne zaman kendini mahçup hissetti ki. Keşke. Arada öksürerek;
“Canım benim. Gel sana bir sarılayım. Beni çok sevindirdin gelmekle. Hadi otobüs kalkıyor binelim.”
Etrafa ayıp olması diye eğilip bana sarılmasına izin verdim. Benden samimiyetsiz bir tavır. Şaşırmamıştır. Sarıldın da ne oldu. Dost mu olduk seninle. Sildik mi tüm yaşananları. Ha bir beton duvara sarılmışım ha sana. Benim için zerre kadar fark yok. Binelim bakalım otobüse.
“Cam kenarına geçmek ister misin Melike’ciğim. Seni küçükken araba tutardı. Hani yine rahatsız olmayasın canım.”
Yanıma oturacak, belli ki buzları eritmeye çalışacak aklı sıra. Ne yapalım üç saat çekeceğiz artık. Hadi bitsin şu iş.
Otobüs dolu. Gülümseyerek merhaba diyerek yerime geçiyorum. Nasılsın kızımlı sahte sıcak bir sohbete başlarken arkamdaki koltuktan bir el uzanıyor.
“Merhaba ben Murat ÜSTÜN. Avukatınızım.”
Gülümseyerek elini sıkıyorum.
“Merhaba ben de Melike.”
“Akrabalarınızla tanıştınız mı?”
“Hayır henüz tanışamadık.”
“Kahvaltı için mola vereceğiz. Orada tanışırsınız. İyi yolculuklar.”
Önüme dönüyorum. Nefret ve tedirginlik üzerine kendimi güvende hissediyorum.
“Melike, benim kurabiyelerimi çok severdin. Bak senin için yaptım. Al bir tane canım.”
Gözlerimi çantasından çıkarttığı renksiz saklama kabına deviriyorum. Eskidendi o.
“Şimdi istemem teşekkürler. İyice midem bulanmasın. Uyumaya çalışmam lazım. Otobüs yolculuklarını sevmem.”
“Peki birtanem.”
Başımı cama yaslayıp gözlerimi kapatıyorum. Ağlama sakın ağlama! Neden. Kader mi? Ben mi seçtim şimdi bütün bu geçmişi. Bir dileğim olsun isterdim. Otuz yıl öncesine dönmek. Her şeyi silip baştan yazmak.
Bahçemizdeyim. Yere çömelmişim. Ellerim toprakla oynarken kirlenmiş. “Melike” diyor bir ses. Başımı kaldırıyorum. Sonbaharda rüzgara teslim olmuş sallanan yaprakların arasından cığıl cığıl güneş gözüme giriyor. Babam ellerini açmış beni çağırıyor. Avuçlarımı birbirine çarpıp toprakları temizlemeye çalışıyorum. Ben uğraştıkça toprak kırmızılaşıp çoğalıyor. Bir türlü pislikten kurtulamıyorum. “Baba” diyorum. “Ellerim kirli, sorucanlara tünel kazıyordum.” Arkamı döndüğümde babamın uzaklaştığını görüyorum. Bağırmak istiyorum sesim yavru bir kedi gibi cılız. “gel” diyeceğim diyemiyorum. Ağlamak istiyorum gözlerimden kırmızı toprak akıyor, üstüme başıma yerlere.
Sert bir frenle uyandım. Etrafıma baktım. Akrabalarımız otobüsten iniyor teker teker. Teyzem elinde sigarası çakmağı inip hemen tüttürecek. Bu kadar dayanması bile mucize. Ev sahibi gibi;
“Hadi Melike’m kahvaltıya iniyoruz.” Samimiyetin dozunu iyice arttırıyor.
Otobüsten inince akbabalarım yanıma geliyor tek tek. Tanışıyoruz. Kıvırcık kısa saçlı kadın Vildan, annemin ikinci dereceden kuzeni, Çanakkale’den gelmiş. Eşiyle gelen gözlüklü bey Erdoğan da onun kardeşi, Esenler’den geliyor. Bir de genç kız var. Torun Nil. Vekalet vermişler. O da Antalya’danmış.
Kahvaltı ederken bu yabancılara ve bana çoktan yabancılaşan teyzeme bakıyorum. Hemen kaynaşmış sevecen toplulukla.
“Hatırlıyor musun akrabalarını Teyze?
“Tabii. Vildan’ı babası ve annesi bize getirirdi. Saçlarını ütülerdik. Aynı, hiç değişmemiş ki. Biz evcilik oynarken Erdoğan kedileri kovalar severdi. Gözlüklü kısa pantolonlu minyon bir çocuktu. Nil de aynı dedesi. Gözleri aynı. Ah ne kadar mutluyum herkesi gördüğüme.” Çayından bir yudum aldı ardından sigarasını yaktı. Sigarayı kırmızı rujlu küçük ağzına götürürken, boğulmasını istedim. Tıkanıp şimdi şuracıkta aramızdan ayrılmasını. Murat yanıma geldi.
“Nasıl geçti yolculuğunuz? Malkara’yı beğendiniz mi? Buradan konağı görmeye gideceğiz. Ardından tapu ve satış işlemleri yapılacak.”
Akrabalar coşku ve kaygıyla konuşmaya başladı.
“Bizim varlığından bile bilgimiz olmayan bir mülkümüz ortaya çıktı. Acaba alıcılar düşük fiyat verirler mi. Ne de olsa baba mirası, yok pahasına satılmasını istemeyiz.”
“Canım dedem bu konakta mı yaşamış?”
“Satıcıyla tanışabilir miyiz? Dolandırıcı falan olmasın.”
“Başka konak kalmış mı buralarda, fiyatları neymiş?”
“Devlet el koymuş olmasın?” Murat;
“Hiç merak etmeyin her şey yolunda. Hadi konağa gidelim.”
Otobüsle bu sefer de konağa geldik. Taş bina belli ki sağlammış eskiden, neredeyse virane sayılacak bir görünümü var. İçi boş.
“İşte burası. Satıştan sonra otel için restorasyona hemen başlayacaklar. Şu tarihe kadar size yaramayan bu taş bina artık size hizmet edecek. Eminim otel olduğunda çok güzel olacaktır. Haydi tapu dairesine gidelim.”
Bütün mirasçılar tek tek odaya çağırıldı. En son Teyzem girdi. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle odadan çıkıp yanıma geldi.
“Melike’ciğim bu işi de hallettik. Paramız yarın hesaplarımıza yatacakmış. Alan hayrını görsün. Nüfus kağıdıydı sağlık raporuydu derken yakın gözlüğümü evde unutmuşum. Attım gösterdikleri yere imzamı hayırlısı olsun canım benim. Ben Erdoğan’ın yanına iniyorum bir sigara yakacağım. Sonra da dönüş yoluna çıkıyoruz bebeğim.”
İş bitti, gözlerimden sevinç kıvılcımları fışkırıyor. Murat’la göz göze geliyoruz. Başıyla selam veriyor. “Geçmiş olsun her şey istediğin gibi.” diyor.
Dönüşte kendimi bu sefer huzurlu bir uykuya bırakıyorum. Önce teyzemi evine bırakıyoruz. Teyzem bana öz kızıymışım gibi sarılıyor. Çok teşekkür ediyor. Ben olmasaymışım asla bu işlere kalkışamazmış. Görüşecekmişiz. Sonra yolumuza devam ediyoruz.
Bir meyhaneye oturuyoruz.
“Çıkart artık şu gözlüğü artık Sedat abi, gözlerin bozulacak.”
“Bana Erdoğan diyeceksin Melike, Erdoğan’ım ya ben bugün.” Gülüşüyoruz.
Esma abla kıvırcık peruğunu çıkartıp atmış bile çantasına namı diğer Vildan.
Bütün gün kafam kaşındı. Sonunda kurtuldum şu yaz sıcağında peruktan. “Hadi şerefinize!”
Bardaklarımızı kaldırıyoruz.
“Nasıl da inandı bizim gerçekten akrabaları olduğumuza. Bir sürü çocukluk hikayesi anlattı. O anlattı ben üstüne ekledim o anlattı ben ne günlerdi be dedim. Hiç şüphelenmedi bile.”
Murat;
“Her şey istediğin gibi oldu mu Melike? Umarım acılarını bir nebze unutmuşsundur. Pişman olmaman dileğiyle kadehimi senin için kaldırıyorum.”
“Pişman olmak mı sevgilim? Yıllarca çektiklerim tabii unutulmaz ama o yaşlı çirkin kalbe sonunda dersini vermek biraz da olsa iyi geldi. Hem bir hayır işledik. Evini bağışladı. Şimdi ne yaparsa yapsın. Onu babamla yatak odasında yakaladığım gün gözümün önünden gitmiyor. Babam günahlarıyla öldü. Annem üzüntüsünden. Şimdi acı çekme sırası Teyzem’de. İntikam soğuk yenir. Hepinize çok teşekkürler dostlarım herkes rolünü mükemmel oynadı. İyi ki varsınız. Buyurun mezelere.”