Pirüpak

Güzün son ayıydı. Kasım. Akşam yağan yağmur, ağaçlardan dökülen sarı yaprakları ıslatmıştı. Esen rüzgâr, serinletirken hafiften titredi. Montunun yakasını sıkıca kapatıp kulaklığını taktı. Cebindeki telefonunu çıkarıp korodan çalıştıkları şarkıları açtı. Hafiften mırıldanmaya başladı.

“Şu göğsüm yırtılıp baksan, dikenler aynı güldendir. Şikâyet bilmeyen kalbim kanar, hep aynı eldendir.”

Birkaç kez şarkının sözlerini tekrarladı, yorulduğunu hissetti. Bir banka oturdu. Akıllı saatine baktı. Beş bin adımı çoktan geçmişti.

Son zamanlarda çabuk yorulur olmuştu. Yürürken, konuşurken, yemek yerken bile. Yaşlanıyor muyum acaba? Yok canım, daha neler. Komşum Güzide Hanım, sekseninde maşallahı var. Arkasından yetişemezsin. Vitaminlerim düştü herhalde. Yarın şu bizim eczacı çocuğa uğrayayım da D, B12 her neyse, karışık alayım, toparlarım kendimi. Ali Bey de dürüst, iyi çocuk, lakin çok konuşur. Vitaminleri satana kadar konuşur da konuşur. Oldum olası geveze insanları sevmem.  Evimin karşısında olduğu içinde vazgeçemedim bir türlü.

Her seferinde, Necla teyze, Güzide teyze var ya diye başlar konuşmasına, verdiğim vitaminlerle zıpkın gibi oldu. Kim der sekseninde. İkna etmekte üstüne yoktur bizim eczacının. Dili de öyle tatlıdır ki hemen çıkayım dersin çıkamazsın. Bütün mahalleyi tanır. Dedikodu yapmasını sevmesem de alıştım artık.  

“Necla teyze, sana bir sır vereyim.” der, duymayan kulağıma fısıldarken çoğunu anlamaz, anlar gibi yaparım.

“Alt komşun Nimet teyzenin gece uyku girmiyormuş gözüne, meymenetsiz kızı azarlamış, bu ev benim deyip duruyormuş. Kızım ben nerde kalayım, dese de yaygarayı basmış gitmiş önceki gün, kadıncağıza. Allah seni inandırsın verdiğim bir vitaminle mışıl mışıl uyuyor şimdi. Duanın bini bir parça… Allah senden razı olsun oğlum, diyor başka bir şey demiyor.”

Geçenlerde ayaklarıma kramp giriyor dedim. Magnezyum verdi. Hem de üç kutu. Yahu emekliyim, bir kutu içeyim bakim, diğerlerini sonra alırım dedimse de allem etti kallem etti hepsini sattı. Taksitle ödersin dedi. Zaten evin her yeri torba torba ilaç, onlar yetmezmiş gibi bir de vitaminler. Hepsini içemem ki. Neyse mide ilacını bırakayım bari.  Kalp ilaçları önemli, onları bırakmak olmaz. Burun spreyi de bitti zaten. Son gittiğim doktor, müjde verir gibi göz tansiyonu var demez mi. Verdiği damlayı kullanmazsam kör olurmuşum. Bu da nerden çıktı demeye kalmadı, bıraktığım mide ilacına yeniden başlamak zorunda kaldım. Her gün gak gaklayan geğirmelerimle başa çıkmak ne mümkün, bir bardak ayranın yaptığına bak, dokunuyor bu meret, şiştikçe şişiyorum. Oysa eskiden öyle miydim,  kocaman kokoreçe bana mısın demezdi. Taş olsa eritirdi midem.  Hastalıktan yattığımı bilmem. Soğuk algınlığı vız gelir tırıs giderdi. Yorulmak nedir bilmezdim. Beşinci kattaki evimizin merdivenlerini çifter çifter çıkar, el âlemin haftalık kadın çağırdığı işleri her gün yapardım. Bezin değmediği yer kalmazdı. Hele bir beyaz çamaşırlarım vardı. Sakız sakız... Seksen tane çocuk bezini kaynatır, durular bir de asardım ki görmelisiniz.  Hepsi aynı hizada kitap kitap...  Bu hâlimle annemin takdirine layık olurdum. Karşı apartmanda oturanlar hayranlıkla izlerlerdi. Adım Pirupaka çıkmıştı. Rahmetli kocam, at gibisin der dururdu.

Eee… Şimdi yaşasa ne derdi bilmem.

Çalan cep telefonuna baktı. Telefonun gerisindeki ses;

“Neredesin?”

“Eczanedeyim.”  

“Neyin var?”

“Neyim yok ki!”

“Senin mi?”

“İnanmıyorum sen ha! Bir gün bile ıhhh demeyen kadına ne oldu?”

Arayan yurtdışında yaşayan lise arkadaşı Ayşegül’den başkası değildi.

Telefonu kapatırken hüzünlendi, gözünden bir iki damla aktı kendiliğinden.

Dudaklarında iki kelime döküldü sadece.

Heyyyy gençlik… 


İlginizi Çekebilir

Bir Eylül Meselesi

Neslişah Şimşek