İncir Mevsimi
Çok soğuk üşüyorum. Kollarım bacaklarım buz kesmiş, göz kapaklarımı açmakta zorlanıyorum. Bembeyaz tavan, duvarlar ve kişiliksiz mobilyalar üzerinde gözlerimi gezdiriyorum. Neredeyim ben! Bedenim gibi hafızam da donmuş. Doğruluyorum ve ardından ayaklarımı yataktan sarkıtıp düşüncelerimin buzluktan çıkmış et gibi çözülmesini bekliyorum.
Kaç gün önceydi bilmiyorum. Gecenin bir yarısı yatak odamda karşımda bir ceset ile kalakaldığımı, İstanbul’da kim kiminle nerede nasıl sorularına maruz kalmadan yaşamak imkânsızken ceset ortadan kaldırmak daha zor geldiği için arabama atlayıp yola koyulduğumu, otobanın meraklı ışıklarının göz hapsinden kurtulup, arabanın farı ile zifiri karanlığı madenci gibi kazıp soluğu burada aldığımı hatırlıyorum. Her zaman konakladığım bu pansiyonda 3 günlük yer bulabilmiştim. Şimdi çürümüşlüğü bastırmak için klima ile morga çevirdiğim bu dairede, maktulü olduğum cesedimle oturuyorum. Onu gömecek uygun bir yer bulmak adına dışarı çıktığımda sıcak, yıllardır görmediğim yılışık akrabam gibi beni kucaklıyor. Karşıdan, yer yer bostanlar ve meyve ağaçları üzerinden denizle göz göze geliyorum. Sanki yaptıklarımın ve de yapacaklarımın farkında gibi. Pansiyoncu Rasim’in Türkmen gelininin merakı uyandırıyor beni. “Abla, sen çıkmasaydın, ben geliyordum. İyi misin?” “İyiyim, teşekkür ederim.” “Yalnız gelmişsin bu sene; eşin, çocuklar?” “Yoklar onlar, ben kafa izni yapıyorum.” “Ay, işte herkesin bir derdi var, abla.” . Günlük acınma dozumu da aldıktan sonra kendimi pansiyonların ortasındaki parka atıyorum. Dut ağaçları arasında yürürken her birinden hatırları kalmasın diye dut kopartıp ağzıma atıyorum. Devletin evlerini barajla istimlâk ettiği Anadolu insanına karşılığında yaptığı hepsi birbirine benzer evleri ortadan bıçak gibi kesen caddeye çıkıyorum. Karşılıklı dizilmiş gelen geçeni selamlayan tezgâhlar arasında gönlüme hoş gelene yaklaşıyorum; İri iri mor domatesler, kıl biberler, parmak kadar bamya, arka rafta; zeytinyağları, salçalar, karadut ve damla sakızı reçeli hele o incirler… Allah’tan cinayet işlemek için incir mevsimini seçmişim, kendimi tebrik ediyorum. Alışverişimi yapıp, zeytin ağaçları arasına kıvrılmış yılan gibi uzanan yoldan biraz yokuş inerek, çokça çıkarak upuzun plaja iniyorum. İnsanın en az olduğu noktaya kurulup cebindeki taşını balığını noksansız gösteren denize dalıyorum. Yanımda getirdiğim nevalemi keçilerle beraber yiyip denizle karanın sınırına oturup başlıyorum rengârenk taşları toplamaya. Bembeyaz bir taş alıyorum elime, gelinliğim geliyor aklıma; ah şu kadınlar ne aptal, hemcinsinin büyütemediği çocuğuna bakıcılık yapacakları için nasıl mutlu oluyorlar. Sonra kırmızı bir taşla gelincik tarlası yanında bisikletiyle geçen çocukluğumu görüyorum. Ardında oğlumun yeşil gözlerini avucuma alıyorum. Kocam sesleniyor “O taşları arabama almam haberin olsun.” Kafamı kaldırıp aranıyorum, göremiyorum. Güneşin battığı yerden doğan trol tekneleriyle topladığım hatıralarımı çantama atıp soluğu köyün girişindeki balıkçıda alıyorum. Lezzetli bir kolyoz balığı yedikten sonra meyve, sebze tezgâhlarının yerini almış takı, kitap, mucizevî balomeni kremi ve çeşitli esanslar satan tezgâhlar arasından sıyrılıp meydandaki dondurmacıdan damla sakızlı, ballı bademli, karadutlu dondurmayla günümü sonlandırıyorum. Böylece iki gün geçirip sonunda cesedi nasıl ortadan kaldıracağımı buluyorum. Akşamdan pansiyonun ücretini ödeyip sabahın ilk ışıklarıyla sahile gidiyorum. Etrafta çam ağaçları arasında cırlayan cırcır böceklerinden başka kimse yok. Cesetle birlikte denize giriyorum… Gömmek zahmetli iş açıkçası, hem bunu benim yapabilmem de pek mümkün gözükmüyor. Başlıyorum cesetle yüzmeye, art arda atıyorum kulaçlarımı, ada uzaklaştıkça ceset ağırlaşıyor. Bir an vazgeçer gibi oluyorum. Geçenlerde ilaç almaya gittiğimde eczacı Sezen’in “sen tanıdığım en güçlü kadınlardan birsisin” dediği geliyor aklıma. Güçlüyüm ben, yaparım bunu. Kulaç atmaya devam ediyorum, derken vakit geliyor. Yer mavi, gök mavi, bir ben bir ALLAH, cesedimi Ege'ye, ruhumu özgürlüğe bırakıyorum.