Kırmızı Kamelya

Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni işgücü arayışı nedeniyle, İtalya, Yunanistan ve İspanya'dan sonra, Türkiye ile de işgücü antlaşmaları imzalar.Bu ülkelerden yabancı işçileri davet eder. İşte altmışlı yıllarda, işçilerin bando takımıyla karşılandığı bu günlerde önce eşi,  yetmişli yıllarda da teyzem gider Almanya'ya. Kamp-Lintfort' ta bir eve yerleşirler. Her şey çok farklı gelir ama tam karşılarındaki evin bahçesinde, üç dört metre boylarındaki bir ağacın, katmer katmer, gül gibi açmış çiçekleri çok ilgisini çeker teyzemin. Sürekli yeşil olarak kalan ve çalı biçiminde olan bu bitkinin de  çiçeklerinin meyveye dönüşeceğini düşünür. Her sabah kalktığında ilk işi ona bakmak olur. Ancak çiçekler meyveye dönüşmez, açtıktan bir süre sonra düşer ve yerinde hemen yenileri açar.

Bir yıla yakın çiçeği izler: Ağacın bir yarısının kasım aylarında açıp mayısa kadar, diğer yarısının ise ilkbaharın başlarında açıp ekime kadar devam ettiğini görür.

Bir gün dayanamayıp evin önüne kadar giderek bitkiyi inceler. Ağacın birbirine yapışık iki kök olduğunu görür. Daha da  şaşırır.

Aradan yaklaşık iki yıl geçer,  bu arada Almancayı epeyce öğrenir. Birgün yine hayran hayran o güzel çiçeği incelerken evin hanımını bahçede görür ve selam verir. Çiçeğin adını sorar. Kadın  " onun adı Kamelya, ama hikayesi uzun, böyle ayak üstü olmaz. Dinlemek istersen geç otur, anlatayım, " der. Dinlemez mi teyzeciğim, can atıyor zaten. Bahçeye girer, karşılıklı otururlar. "Ben Keti" der kadın," aslında Katarina. Bu ağacın hikayesi aynı zamanda bizim hikayemiz" Daha da meraklanır teyzem, Keti iyice yerleşir bahçe koltuğuna, gözleri uzaklara dalar  ve başlar anlatmaya: "Anton ve ben üniversitede tanıştık, o kadar sevdik ki birbirimizi bir gün görmesek özlüyorduk, ruh ikizimizi bulmuştuk, hiç ayrılmamaya and içtik.

Anton, üniversitenin Çin gezisine katıldı. Döndüğünde bana iki üç santimetre büyüklüğünde iki tane tohum getirdi. Çok heyecanlıydı, gözleri parlıyordu. 'Bak Keti' dedi,'bu tohumlar Kamelya adlı bir çiçeğinmiş. Anavatanı Güney Kore'ymiş. Orada anlamı, 'kaderim senin elinde' demekmiş. Çin'de ise boyun eğmeyen aşkın sembolüymüş. Bunu bana veren bilge bir adamdı. 'Ben bunu herkese  vermem, senin gözünde öyle büyük bir aşk görüyorum ki bu yüzden sana veriyorum. Bu iki tohumu sevdiğinle birlikte , birbirine yapışık bir halde bir saksıya dikin. Tek kök halinde bitecekler ve büyüyecekler. Sizin aşkınızın sembolü olacak ve siz yaşadıkça, aşkınız var oldukça  çiçek açacaklar' dedi. Öyle heyecanlıydı ki Anton, bunları söylerken titriyordu. Aynı gün okul  çıkışı ikimiz tohumları diktik. Birkaç ay içinde  filizlendiler ve yüzeye çıktılar, bir yıl sonra da açmaya başladılar. Gördüğümde hissettiğimi size anlatamam, bugüne kadar gördüğüm en güzel çiçekti. Ertesi gün Anton'a götürdüm gözyaşlarını tutamadı.

Bir gün aşırı üzgün ve telaşlı bir şekilde okula geldi. Yavaşça yaklaştı " sakin bir şekilde benimle yürü, hemen eve dön , toparlanın ve bu akşam Almanya' dan ayrılın. Fransa' ya geçin" dedi. Ne oluyor demeye kalmadan, Hitler Almanya'dan yahudileri atmayı planlıyormuş, çok yakında da Polonya' yı işgal edecekmiş, dedi. Olduğum  yerde kaldım, Anton sımsıkı sarıldı. Ben ne olursa olsun herşey bitince seni bulacağım, çiçeğimize iyi bak, dedi.Bu arada biz Aşkenazız, ailem Polonya asıllı Alman vatandaşı. Eve koştum, babam da birşeyler duymuş ve gelmişti. Taşıyabileceğiniz en kıymetli şeylerinizi alın dedi. Annem mücevher ve altınlarını, babam pasaportları, paraları bir de küçük radyosunu, ben ise sadece çiçeğimi aldım ve ilk trenle Fransa' ya geçtik. Güney Fransa'da babamın bir yıl önce Amerika'ya göçen kuzeninin, yazları gittiği küçük bir çiftliği vardı. O gece Nancy' de küçük bir otelde kaldık. Ertesi gün üç aktarma ile güney Fransa'ya, İspanya sınırına yakın olan çiftliğe gittik. Çiftlik bir orman kenarındaydı ve bu bizim için çok büyük bir şanstı.

Almanya, Polonya'yı işgal edince İngiltere ve Fransa Almanya'ya savaş ilan ettiler. Böylece Fransa da savaşa girmiş oldu.Anton'dan hiç haber alamıyordum. O da askere çağrılmış ve orduya katılmak zorunda kalmıştı. Güç aldığım tek şey kamelyamdı. O açtıkça Anton' un sağ olduğuna ve aşkımızın devam ettiğine inanıyordum.

Babam radyodan gelişmeleri dinliyordu. Fransa savaşa girince biz yine toplandık ve İspanya'ya geçmek üzere her an hazır bekledik. Ancak Hitler Güney Fransa'ya saldırmadı.   Günlerce aç kaldığımız oldu aylarca karanlıkta durduk ama hep şükrettik. Çünkü bir aradaydık ve yaşıyorduk.

Nihayet altı yıl sonra savaş bitti. Almanya'ya döndük. Tam bir harabeydi. Evimizin yerini bile bulamadık. Anton'un bir arkadaşına rastladık, üzgündü.Antonun savaştan dönmediğini söyledi.'Dönecek dedim,'çiçeğimiz açıyor'.Şaşkın şaşkın yüzüme baktı.

Annemle babam Amerika'ya gitmeye karar verdiler. 'Ben gelemem' dedim, 'Anton beni bulamaz. Bir yer kiralar işe girerim.' Üzülerek razı oldular. Paralarımız duruyordu, birazını bana verdiler.

Yaşlı bir kadınla birlikte kalmak üzere, bir odası sağlam kalabilen kiralık bir yer buldum. Kısa süre sonra da derme çatma  kurulan bir okulda öğretmenliğe başladım.

Günler geçiyor, Anton  dönmüyordu. Bazen umutsuzluğa kapılıyordum ama tam o anda açan bir çiçeği görünce hemen vazgeçiyor, hayır diyordum, dönecek.

Aylar geçti, bir gün öğrencim Mira; 'Bayan Keti, çok sevinince gülünür mü, ağlanır mı? ' dedi. 'Gülünür tabii ki tatlım' dedim. Mira devam etti. 'Ama Anton dayım dönünce annem çok ağladı' dedi. Bir an kaldım, kalbim fırlayacak gibiydi. Tanrım dedim, olabilir mi... Etrafımdaki her şey silindi, büyük ve yemyeşil bir yerde sadece ben vardım bir de Güneş. Koşmaya başladım deliler gibi karşıdan da biri bana doğru koşuyordu sanki... Mira'nın sesiyle irkildim 'Bayan Keti, sizce annem neden ağladı'. O sırada tenefüs zili çaldı. Heyacanla 'Mira ' dedim, 'eviniz yakın mı? 'Akşamı bekleyemezdim. 'Yakın' dedi. 'Hadi' dedim 'koş, beni evinize götür'. Beş dakika sonra, bir tarafı ayakta kalabilmiş bir evin önünde durduk. 'Burası' dedi Mira. Ayakta duracak gücüm yoktu, bahçe kapısına tutundum, gidemiyordum artık. Kalbim bütün organlarımda atıyordu sanki. Mira 'annee' diye seslendi. Kapı açıldı genç bir kadın göründü, arkasında da bir erkek silüeti... 'Tanrım!' diyebildim sadece 'benim Anton'um' gerisini hatırlamıyorum.

Gözlerimi açtığımda, başım Anton'un göğsündeydi ve o da ablası da ağlıyordu, ben de  sarıldım sımsıkı' hiç konuşmadan saatlerce o şekilde kaldık...

Anton, savaşa üç yıl dayanabilmiş. Alman ordusu Yunanistan'a saldırınca bir gece kaçmış, Meriç nehrine kadar koşmuş ve yüzerek Türkiye'ye geçmiş. Üç yıl orada kalmış, savaş bitince de pasaportu olmadığı için hemen dönememiş.

İşte  böylee, sonra hemen evlendik. Burayı satın aldık, ilk iş  çiçeğimizi diktik, sonra evimizi yaptık ve her günümüzü bir öncekinden daha mutlu geçirdik. Bir kızımız oldu, adını Camellia koyduk, Kamelyanın Latincesi. Bitki Bilimi okudu. Şu an Fransa' da, doktora tezini hazırlıyor. Konusu 'kamelya'... "

Sözünü bitirip teyzeme bakar ve onun da gözyaşları içinde kaldığını görünce gülümseyerek "siz Türkler, herkesin duygularını yaşayabiliyorsunuz, ne güzel"  der.

Bu olayın üzerinden yedi yıl geçer. Teyzemler Türkiye 'ye gelip  tekrar Almanya'ya  döndüğünde kamelyanın hiç çiçeği olmadığını farkeder. Eve girmeden komşuya onları sorar. Kadın şöyle cevap verir; "Keti ve Anton yaz günü Giethörn'e gitmişler. Bu masal köyde on gün kalmışlar. Dönüşte Hollanda çıkışında kaza yapmışlar ve ikisi de cennete gitmiş. O gün bu ağaç, bütün çiçeklerini döktü  ve bir daha da açmadı...

 


İlginizi Çekebilir

Bir İnsan

Büşra Dilara KARABULUT

KERTENKELE

Dilek GÜLCÜ

Ama

Serpil GÜNDAY