Madam Despina

Madam Despina derler bana; anneannem, zamanında Girit’ten Çanakkale’ye mübadele ile gelenlerden. Burada doğan ikinci kuşağım, anne tarafım Rum, baba tarafım Türk. Burası neresi mi, Çanakkale ilinin Ayvacık ilçesine bağlı Behramkale köyü. Turistler buraya Assos derler günümüzdeki adını antik liman kenti Assos’tan aldığı söylenir. Önce denizin kokusu gelir burnunuza, ardından zeytin ağaçları sizi selamlar, en sonunda da Ege’nin serin rüzgarı yalar yüzünüzü.

Merkezdeki birkaç taş otelin arasında, kıyıda küçük bir balıkçı restoranım var. Bilenler bilir beni, öyle eller havaya bir yer değildir. Biz gelenlere müşteri gözüyle bakmayız, evimize gelen misafir gibi ağarlarız onları. Gün batımına saatler kala sakız gibi bembeyaz örtüler serilir masalara. Bir telaştır başlar içeride. Garsonlar tabakları yerleştirirken, mutfakta mezeler vitrindeki yerlerini almaya başlar. Bahçedeki çiçekler sulanır, ıslak çim ve toprak kokusu karışır havaya. Girit ve Türk mezeleri her gün taze yapılır, balıklarımız kadar mezelerimiz de dillerdedir. Önce hafif yemek müzikleri eşlik eder geceye, ardından yavaş yavaş Yunan müzikleri çalınır, finaller fasılla biter genelde.

Kafalar bulanmaya başlayınca özüne döner insanlar ve birlikte söylenir en bilinen parçalar. Eskiler Müzeyyen Senar ya da Zeki Müren tercih ederken, daha genç olanlar bilindik yeni parçalara eşlik ederek noktalarlar geceyi. Hemen her gece birkaç masa tanıdıklardan olur. Köy ahalisinden uzaklara yerleşenler ya da yakınları tatile gelenler uğrarlar, hasret gideririz. Kiminin oğlu, kiminin torunu derken kahkahalar eşlik eder geceye. Böyle gecelerde ben de eşlik ederim onlara.

Ben işimi aşkla yaparım, kazanç ardından gelir, onun bir getirisi olarak. İş yaptığım insanlara da dikkat ederim, kolay kolay değişmez. Öyle olunca da seviliyoruz işte. Sabahları açılışta gelir bir kontrol ederim, sonra da akşamüstü gelir, kapanana kadar kalırım. Akşamları kıyıda bir köşem vardır, oradan masaları izlerim. Gözlem yapmayı çocukluğumdan beri severim. En çok da çift olanlar ilgimi çeker, beden dillerini okumaya çalışarak aralarındaki ilişki hakkında hikayeler yazarım kafamda. “Bu kız çok seviyor ama sanki duygularının pek karşılığı yok gibi karşı tarafta.”  Ya da  “Bu genç çok heyecanlı, bu gece açılacak galiba” gibi şeyler. Her evlilik teklifinde yüreğim hop eder benim de. Tatlılar ikramımızdır böyle gecelerde. Bu kadar çok gözlem yapan birinin yazmaya meraklı olduğunu da tahmin etmişsinizdir sanırım. Öykü ve şiir yazarım içimden geldikçe, kimi zaman evimin bahçesinde kimi zaman buradaki köşemde. Öyle anlarda zamanı ve mekanı unutup kendimden geçerim, kaybolurum içimdeki dehlizlerde.

Madem bu kadar tanıştık, size Adonis’ten de bahsetmem gerekir. Ah Adonis, ilk ve tek aşkım benim. Aynı liseye gittik, önceleri iyi arkadaştık derken ne ara sevgili olduk, ikimiz de anlayamadık. Ama ailelerimiz bizden önce fark etti aramızdaki yoğun duyguları. Üniversitede farklı şehirlere savrulduk ama mezun olduktan sonra buraya dönünce anladık birbirimizi ne kadar özlediğimizi ve ayrı olamayacağımızı, zaten aileler tanışıyor hemen evlendik.

Kendi küçük yuvamızı kurduk, zaman su gibi geçti. Çocuk sahibi olamadık ama hiç problem olmadı aramızda. Etraf bizden daha çok dert edindi bu meseleyi inanın. İkimiz o kadar mutluyduk ki bu da nazar boncuğumuz olsun diye düşünürdük. Hem Behramkale’nin tüm çocukları bizimdi.

Üniversitede okurken bir sürü gençle tanıştım ama hiç biri sürmedi çünkü hepsini fark etmesem de onunla kıyaslıyordum. Daha o zamanlar aramızda bir şey yoktu, birbirimize açılmamıştık ama bilinçaltlarımızda çoktan yer vermişiz birbirimize. Evlendikten sonra o da itiraf etti, tanıştığı her kızı benimle karşılaştırdığını. Birbirimizden habersiz hep diğerini düşünmüşüz meğer. Adonis’in gözlerine baktığımda kendimi görürdüm, birine kendinden daha fazla güvenmek nasıl da konforlu bir his bilemezsiniz. Duygularımı ifade etmeme pek gerek kalmazdı, bakar bakmaz anlar, ona göre davranırdı. Yalnız kalmaya ihtiyacım olduğu anlarda hiç şikayet etmeden ortadan sessizce kaybolur ama ona ihtiyacım olduğu anlarda da bir anda yanımda belirirdi. Böyle anlarda öyle sıkı sarılırdım ki ona.  “Dur deli kız boğacaksın beni.” diye gülümserdi.

Beş yıl önce aramızdan ayrılıp Hakk’ın rahmetine kavuştu. Öyle ani oldu ki uzun zaman kabullenemedim. Bir sabah gülerek ve öperek uğurladığım adam, akşam eve gelemedi, haberi geldi. İşte o zaman küçük yerde yaşadığıma şükrettim, tüm köylü sahiplendi beni, hiç yalnız bırakmadılar. O yaz restoranı da açmadım, yasımı yaşamak istedim. Aralarında anlaşmışlar her gece biri uğradı, acımı paylaştılar, yemek getirdiler. Yaşama yeniden tutunmam için sabırla beklediler.

Daha yapacağımız çok şey vardı birlikte seyahat etmeyi seviyorduk ama ülkemizi, her bir köşesi cennet gerçekten de. Önceden plan yapmayı sevmezdik, aniden kafamıza eser, yola koyulurduk. Kapadokya’dan çok etkilenmiştik. Peri bacaları tarihi ve mimarisiyle büyülemişti bizi. Safranbolu ve Amasya’yı da çok sevdik. En son GAP gezisi planlıyorduk ama nasip olmadı işte. Sonradan da ben yalnız gitmek istemedim. Dostlar “Sen gez, o da gezmiş gibi olur.” deseler de içime sinmedi bir türlü. Adonis’in fotoğrafına bakıp her gün konuşuyorum onunla, neler anlattığıma inanamazsınız. Köyden haberleri paylaşıyorum, geçenlerde bizim manav Yaşar’ın kızı evlendi mesela, ikimiz de çok severdik kızı, elimizde büyüdü sayılır. Sonra terzi Münevver’in oğlu doktor oldu, daha küçükken tahmin edip iddiaya girmiştik, ben kazandım, söylemesi ayıp.

Gün doğumu ve gün batımlarında eşsiz bir manzarası vardır buranın, özellikle akşamları hiç kaçırmamaya çalışırdık. Ne yapıyorsak bırakıp, batana kadar manzaraya odaklanır, dalar giderdik, sonra da içimizden geçenleri paylaşırdık. Kıvrımlı koyları, komşu adaları, taş evleri, denizi ve doğasıyla bir başkadır bizim buralar. Ama Adonis’le daha bir başkaydı sanki. Ondan sonra her şey anlamını yitirdi gibi geldi önceleri. Şimdilerde onun varlığının her an benimle olduğunu fark ettiğimden beri, yine eski zevki almaya başladım. Çok garip ama bir vücutta sanki iki kişi yaşıyor gibiyiz.

Bu akşam başka bir heyecan var içimde, demin bahsettiğim terzi Münevver’in doktor oğlu geldi sabahtan, akşam sevdiği kıza evlilik teklif edecekmiş, en güzel masayı rezerve ettim. O masayı biraz uzağa aldım, rahat etsinler diye. Çiçekçi Elmas’a taze çiçek siparişi verdim, kızın sevdiği mezeleri öğrendim. Bizim oğlanın heyecanı görmeye değerdi, tatlı yorgunluklar bunlar. Böyle zamanlarda yaş aldığımı daha çok anlıyorum, bu gece biraz şık giyinip giderim ben de. Belki bir fotoğraf çekeriz gecenin anısına. Unutulmazlarımızın arasına biri daha eklenir.

Oğlan benden yardım istedi, yüzüğü takarken söyleyebileceği romantik bir dize sordu. Nazım Hikmet’in  “Ayağını bastın odama, kırk yıllık beton çayır çimen şimdi” dizesi geldi aklıma, çok beğendi. Ben de uzaktan göz hapsine alırım artık gençleri, tabii çaktırmadan.

Az önce geldiler, kız bir içim su. Şifon uçuşan bir elbise giymiş ve çok hafif bir makyaj yapmış, birbirlerine öyle yakışıyorlar ki Allah ayırmasın.Saçları rüzgarda dalgalanıyor ama rahatlığına bakılırsa olan bitenden haberi yok, sürpriz olacak. Yalnız öyle güzel bakıyor ki oğlumuzun duyguları karşılıklı demek. Bunu bilmek içimi rahatlattı.

Aşk deyince size anneannemden bahsetmek istiyorum, 1924 mübadelesinde Girit’ten yola çıkmışlar. Bir anlaşma gereği Türkiye ve Yunanistan kendi ülkelerinin yurttaşlarını zorunlu göçe tabi tutuyor. Düşünün bir gün içinde ne getirebilirseniz onları alarak yuvanızı, vatanınızı bırakarak bir maceraya kapılıyorsunuz ve size gösterilen yere göç ediyorsunuz. O zamanlar bir genç kızmış, tepelerden sahile doğru inen yük arabalarını ve yüzü asık insan topluluğunu anlatırdı her seferinde. Ellerinde tüfekleriyle jandarmalar sarmış sahili ve insanları gruplar halinde vapurlara bindirmişler. Günlerce sürmüş deniz yolculuğuyla Çanakkale’ye gelmeleri.

Aynı gemide kucağındaki kemana sarılan dedem ve ailesi de varmış. O anlarda yaşadıkları ortak acılar, sonradan onları çok yakınlaştırmış. Aynı yerden hiç bilmedikleri bir yere gelen bu iki ailenin gençleri birbirine sarılmışlar güç bulmak için, çok geçmeden de evlenip yuva kurmuşlar. Önce büyük ailede yaşamışlar, hayat şartları zormuş, uzun yıllar sonra ayrı evleri olabilmiş. Anneannem gençlik ve çocukluk anılarını hep anlatırdı, hiç bıkmadan. Onların hayatında Girit bambaşkaydı, ilk vatanlarıydı. Sonradan buraları da çok sevdiler ama anılarında hep karşı kıyı vardı. Annem ve benimle Girit’e gitmenin uzun yıllar hayalini kurdu, çok şükür gerçekleşti bu arzusu; ama biz gidene kadar çok değişmişti her yer. Yine de o bize kendi gençliğinin geçtiği yerleri, kendi anılarını katarak anlattı hep. Bol bol fotoğraf çektirdik, dönünce dostlarına gösterirken nasıl gururlandığını bir görseniz. İyi ki gitmişiz.

Ondan dinlediğim bir hikaye çok etkilemişti beni, buralardan göç etmek zorunda kalan bir Rum aile giderken, kızlarının çeyizlerini yanlarına alamadıkları için buradaki komşularına bırakmışlar, belki ileride döneriz düşüncesiyle. Ama dönememişler maalesef, çeyizin emanet edildiği insanlar evlatlarına, onlar da torunlarına vasiyet etmişler durumu. O torunlardan biri öyle vicdanlı ve sorumluluk sahibiymiş ki yıllarca arayıp taradıktan sonra, Girit’te çeyizi sahiplerine ulaştırmış. Çeyiz sahibi hanım artık hayatta olmasa da torunu gözyaşları arasında ninesinin çeyizine kavuşmuş. Hatta bu öykü  ‘’Emanet çeyiz ‘’ adıyla kitaplaştırılmış. Her dinlediğimde benim de gözlerim yaşarırdı, ne acılar yaşanmış her iki taraf içlerinde.

Evet nerde kalmıştık, dalıp gitmişim uzaklara, bir baktım ki bizimkilerin masasında bir hareketlenme var. Bizim oğlan ceketini çıkarıp sandalyenin arkasına koydu, eline yüzüğün olduğu kutuyu aldı ve kızımız heyecanla etrafa bakındıktan sonra durumu anladı ve ağzı kulaklarında boynuna sarıldı, tam da o anda diğer tüm masalardan bir alkış sesi koptu, hepimiz mutluluklarına şahit olduk. Mutluluk öyle bulaşıcı bir şeydi ki sadece şahit olanları bile etkisi altına alıveriyordu. Onların birbirini kutlamasını izledikten sonra, yanlarına giderek ben de kutladım ve fotoğraflarını çekmeyi teklif ettim. Sonra da masaya özel tatlımızın üstüne bir mum kayarak yolladım.

Yüreğimden geçenleri Adonis’le paylaşmayı unutmadım tabii ki. Ah keşke sen de burada olsaydın, diyecektim ki birden elimi kalbime koydum ve gülümsedim. Gökyüzündeki yıldızlara çevirdim bakışlarımı, çok şanslıydık biz, yıpratmadan sevdik birbirimizi. Öyle birilerinin gözüne sokar gibi değil, içtendik, naiftik, duyarlıydık. Söyleyemediklerini bile bakışlarında yakalardım hep, onlar benim ışığım olurdu kaybolduğum zamanlarda. O ışıkla yolumu bulurdum, adına yaşam denilen bu kısa yolculukta en büyük şükür sebebimsin sevgilim. Adonis’im yanına gelmeden önce, sana yazdığım şiirlerin kitap olarak yayınladığını görebilmek en büyük dileğim Kim bilir belki ileride birileri bu dizelerle ilan-ı aşk ederler sevdiklerine. Onlarla birlikte bizim aşkımız da dillerde dolanır. Tarihin tozlu sayfalarında bizim de bir imzamız olur. 

 

                                                                                       

 


İlginizi Çekebilir

Aysız Gece

Elif Olgu TANER

Şairin Kedisi

Erol NAGAŞ

Gülistan

Tahir Can GÜRSOY