Papağan
Ankara'yla tanışmamın benim için önemli bir hikâyesi vardır. Küçük bir çocuğun gözüyle Ankara gri bulutların, memurların, emeklilerin şehridir. Yolları tek yönlüdür, dönüp dolaşıp kendinizi yine Kızılay'da bulursunuz. Aslında Ankara büyük bir şehir değildir, onu siz içinizde büyütürsünüz. Onunla tanışırsanız size yollarını gösterir gideceğiniz yere ulaşırsınız. Böyle bir şehirdir Ankara…
İlk gözlüğümle tanışma hikâyemi anlatacağım. Kırmızı çizgili, iki plastik saplı, yuvarlak camlı bana gülümsemeyi öğreten gözlüklerimle 4 yaşında tanıştım. Ankara'nın metrosuyla, otobüsüyle, gri bulutlarıyla, sıcağıyla, soğuğuyla, hastaneleriyle tanışmam da bu yaşımda oldu.
Annem, babam, ben Ankara'ya göz hastanesine gitmek için yola çıktık. Otobüsle gidiyorduk. Bizim ilimizden Ankara'ya 3 saat sürüyordu. Aralarda dinlenme tesislerinde duruyorduk. O vakit otobüsün içine elinde çantalar olan büyük büyük adamlar içeri giriyor; kitap, kalem, oyuncak satıyorlardı.
Babam fiyatlarını soruyordu. Yine elinde çantası olan bir adam koltukların aralarında geziniyor, bir şeyler satabilmek için uğraşıyordu. Benimse dikkatimi adamın elindeki papağan çekti. Konuşan papağan diyorlardı. Pilliymiş, açma tuşuna basıyorsun senin dediğini tekrar ediyordu. Anneme seslendim:
-Anne papağan ne kadar güzel! Konuşuyor da…
Annem ilgimi çektiğini anlayınca babama dönüp sordu:
-Fiyatını sorsana çok pahalı değilse alalım merak etti kız!
Babam meraklı gözlerle, adamı yanına çağırdı:
-Bakar mısınız? Şu papağanın fiyatı ne kadar?
Adam, babamın yüzüne baktıktan sonra düşündü ve fiyatını söyledi papağanın…
-25 milyon lira ağabey…
O zaman lira yoktu milyon vardı. 25 milyon da o döneme göre az para değildi hani. Ankara'ya gitmek ucuz da sayılmazdı, bunun metro, otobüs, minibüs, yemek parası da vardı. Babam bana bakınca üzüldüğümü anlayınca papağanı almaya karar verdi ve satıcıyla pazarlık yaptı:
-En son kaça olur? Çocuğa alacağım garip sevinsin…
Adam bana bakınca kendi çocuklarını hatırlamış olmalı ki çocuk sevindirmek önemli diye düşünüp biraz indirim yaptı.
-Kurtarmıyor ama ağabey! Çocuğun hatırı için 20 milyon olsun… Çocuk sevinsin diyerek 20 milyona güzel papağanı vermeyi kabul etti.
Babam anneme dönüp parayı annemden aldı. Annem çantasının içinden 20 milyon çıkarıp babama doğru uzattı. Satıcı adam, çantasının içinden yepyeni poşetli bir papağan çıkarıp bana uzattı. Papağan o kadar güzeldi ki yemyeşil tüylerle kaplı gerçek kuş tüyü gibi kanatları vardı ve gövdesi sapsarı tüylerle kaplıydı. Turuncu bir burnu konuşurken hareket ediyor aynı zamanda simsiyah gözleri hareket ediyordu. Hem konuşuyor hem de kanat çırpıyordu. Pil takılan yeri kahverengiydi. 5-6 tane kalın kalem pil takılıyordu. Tabii o kadar çeneye kaç pil dayanır?
Ben çocukluk heyecanıyla çok mutlu oldum, çok beğendim. Papağanımla konuşabilecek onu da dinleyebilecektim. Daha sonra otobüsteki kalabalığın içinden derin bir ses duyuldu. Muavinin gür sesiydi bu:
-Mola bitti. Yolcular yerini alabilir. Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. İşte, o an sanki teneffüs bitmiş zil çalmış gibi içimi bir burukluk kapladı. Camın kenarına başımı dayadım çünkü annemgiller etrafıma bakınıp oyalanmamı istiyorlardı. Dışarısı buz gibi soğuktu, Ankara çok soğuktu. Biraz burada oturduktan sonra iki koltuğun arasına sıkıştığımı hissettim. Annem ile babamın arasına yerleştim. Sahi, çocuklar ya ara koltukta ya da annenin kucağında uyuyuverirdi değil mi, uzun yolculuklarda?
Yolcular yavaş yavaş binmeye başladılar otobüse. Otobüs her durakta duruyor, insanlar hımbıl bedenleriyle valizlerini taşımaya uğraşıyorlardı. 4 yaşındaki bir çocuk için ne kadar da büyük görünüyordu bu bavullar. Kimileri de bizim gibi inmemişti otobüsün içinde bekliyordu. Arada muavinler; kek, meyve suyu dağıtıyorlardı. Babam ikişer üçer alıyor, koltukların arkalarındaki göze koyuyordu. En güzel kekler çikolatalı keklerdi, meyveli keklerin tadı pek güzel değildi. Plastik bardaklarda içilen suyun serinliği camın buğusuna karışıyordu, kimileri sıcak bir çay içerken kimileri de dumanı üstünde kahve içiyordu. Ben kahve içemezdim çünkü çocuktum ama onun keskin kokusu burnuma gelir, uzaktan koklardım. Memleketimin kokusu gelirdi burnumda tüterdi memleketim. Çünkü çocukların kahve içtikleri zaman kararacaklarını inanılırmış. Bu bana çok ilginç gelirdi, akça pakça bir insandım. Sapsarı saçlarım, beyaz tenim ve kıvırcık saçlarım vardı. Biraz kararsam ne olurdu ki sanki? Kimse beni beğenmez miydi ki?
Aradan yarım saat kadar geçti. Ankara tabelasını gördü babam sevindi Sanki üç saattir bu anı bekliyordu. İçi kıpır kıpır olunca hareketlenmeye başladı. Oysa, babam hastaneleri hiç sevmez hasta olmadan da asla hastaneye gitmezdi. Aslında onunkisi de bir mecburiyetti. Çünkü ben vardım ve benim gözlüklerim vardı.
Babam heyecan dolu sesiyle, camın buğusuna karışan sesiyle anneme dönüp, beni kucaklayarak şöyle dedi:
- Çok şükür geldik! Küçük bir taşra kentinden, büyük bir şehre gelip muayene olmak elbette ki şükür sebebidir küçük insanlar için… Daha sonra o tabelayı geçince büyük otobüslerin olduğu yere geldik. Ortası kıyamet yeriydi, her kalabalıktı. Büyük valizler, büyük insanlar, büyük ayakkabılar ve büyük paltolar. Bir çocuğun gözüne her şey o kadar büyük görünüyordu ki etrafta ne oyun parkı ne lunapark vardı. İşte, terminalmiş. Terminalin içinde sıra sıra pencereli yerler vardı. Bu pencerelere vezne deniyormuş. İçlerinde de insanlar duruyor, bilet verip para aldıktan sonra bileti alan insanlar otobüslere koşuyor, kimi ağlıyor kimi gülüyordu.
Annem, babam ve ben bu kalabalığın içinden geçerek otobüsün merdivenlerinden indik. Annemin elini sıkı sıkı tuttum. Kadıncağız, bütün yol boyunca oturmaktan yorulduğu için beni babama emanet etti. Ardından babamın koluna girdim. Bir elimde babamın eli diğerinde papağanım yürüyorduk ve annem de bizim gölgemizi takip ediyordu. Hava buz gibi soğuktu. Ankara kışın ayazıyla meşhur derler, aynen öyleydi. Terminaldeki güruhun içine biz de karıştık. Biraz yürüdükten sonra Ankara’nın sessiz kalabalığına karıştık ve terminalden çıktık. Metro denilen yer altı şehrine girdik. Bindiğimiz şeyin ne olduğunu babama sordum:
-Baba yeraltı treni nedir? deyince babam engin bilgilerini benimle paylaştı. Sanki, karşısında büyük bir insan varmış gibi bana metroyu anlattı. Oysa 4 yaşındaki bir çocuğa ne derseniz inanır, babam ise her söylenene inanmamam için uğraşırdı. Daima, kendine güvenen biri olmam için çok uğraşırdı. Bu yüzden ona bir şeyi sorduğumda beni karşısına alır, anlatacağı şeyin bütün ayrıntılarını dile getirirdi.
Yerin altından geçen bir araçtır, şöyle mekanizması vardır, böyledir…. diyerek anlattı. Ürkütücüydü bir çocuk için. Çünkü biner binmez her yer zifiri karanlık oldu. İşte, ben buna yetimhane karanlığı diyorum. Sadece rayların birbirine vurmasıyla bir uğultu duyuluyor, insanlar bunu normal bir durum gibi karşılıyordu. Bu araç sırayla duraklarda duruyordu. Kimi yolcular biniyor kimi yolcular ise iniyordu. Daha sonra biz de duraklardan birinde indik…
İlk indiğimizde havanın çok soğuk olmasına hatta kuru ayaz olmasına rağmen hava giderek sıcak oluyordu. Tepemizde güneş bu defa da bizi ısıtıyordu. Neyse ki inince o karanlık yerden kurtulduğuma sevindim. Düşündüm, insanlar keşmekeş büyük şehirlerin yetimhane sessizliğine nasıl dayanıyorlar, nasıl her gün bu karanlığın içine giriyorlar diye. Daha sonra astigmatımın olduğunu hatırlayınca bu işten vazgeçtim. Çünkü her karanlıkta bir güneş vardır. Biraz yürüyünce gökyüzüne göz kırptım. Aydınlık gibisi yok! Ardından annem bana susayıp susamadığımı sordu. Ben de çocuksu bir edayla kafayı yukarı atarak cukladım.
Babam nereye gideceğimizi düşündükten sonra büyük ellerini pantolonun derin cebine attı ve cebinden bir kart çıkardı. Ben, annem ve babam beraber bu gri kentin sokaklarında yürümeye devam ettik. Babam yoldan geçen birkaç kişiyi durdurup kartta yazan doktoru sordu. Çoğu neresi olduğunu bilmiyordu. İşte, o an ana dilimize yalnız olduğumuzu anlamıştım. Çünkü herkes ihtiyacı olduğu kadarını öğreniyor, fazlasını öğrenmeye gerek duymuyordu. Daha sonra babam orta yaşlarda bıyıklı bir adamı durdurup, elindeki kartı göstererek hastanenin yerini sordu:
-Affedersiniz! Şu hastaneye nasıl gidebilirim?
Adam kabaca babama tarif etti:
-Şuradan sola dönün düz gidin, karşınızdaki büyük bina… Dedi.
Babam, gösterdiği kartı tekrar cebine koyduktan sonra adamın söylediği yöne doğru ilerlemeye başladık. Benim elimden tuttu babam önde, ben yanında ve annem gölgemizi takip etti böylece hastaneye gittik. Büyük bir kapıdan içeri girdik. Hastane çok büyük göründü gözüme, hastalar da vardı. Yaşlısı, genci, çocuğu benim gibi herkes bekliyordu. Uzunca bir sıraya girdi babam… Daha sonra aradan yarım saat geçti. Bir abla yanıma geldi gözüme damla damlattı. Damlalar gözümü yaktı. Canım çok yandı ve ben ağlamaya başladım.
Annem ise ağlamamam için beni teselli ediyordu
-Geçecek, ağlarsan papağanın da üzülür seninle konuşmaz deyince ağlamayı bıraktım. Çünkü doğruyu söyleyene inanmak da o günlerden beri tabiatımdı. Çünkü annem ile babam ne olursa olsun doğruyu söylememi tembih ederlerdi. Bununla birlikte ağlamam için bana yine doğru olmayan bir söz söylerlerdi. “Papağan, üzülürsen seninle konuşmaz” Büyüklerin dünyası bizim dünyamızdan daha farklıydı. Zamanla öğrenecektim ben de.
Çantasından mendil çıkarıp gözyaşlarımı sildi. Ben de o saflıkla ağlamayı bıraktım. Biraz bekledikten sonra beni bir makineye oturttular. Karşıdaki traktöre bak dediler. Traktör vardı karşımda. Meğer bu makine gözlük numarasının derecesinin aralığını ölçüyormuş bunu büyüyünce öğrendim. Sonra bir diğer makineye oturdum bununla gözümün içine hava verdiler, korktum. Bu da göz tansiyonunu ölçüyormuş. Daha sonra ben, annem, babam beyaz bir kapıdan içeri girdik. Karşımda orta yaşlarda bir doktor vardı. Bir koltuğa oturdum. Sonra bana gözlük taktı. Sırayla camlar koydu. Harflerin yönünü sordu:
-Söyle bakalım bu harf hangi yöne bakıyor şirin kız?
Ben de yönlerini söyledim. Şirin kız demesi hoşuma gitti.
Ben ise elimi sağa doğru kaldırdım.
-Aferin! Peki, bu çatal nereye bakıyor? Çatal şimdiki Y harfiydi…
Sırayla okuduktan sonra doktor bana Sonra babamın tabiriyle reçete yazdı. Bu da yeni bir gözlük demekti. Gözümde kırmızı ,çizgili, saplı gözlüğüm vardı. Camları organik değildi. Yüzüme göre büyük ve kalındı. Doktor reçeteyi yazdı. Babam aldı.
Dönüş yoluna koyulduk. Yine karanlık bir yeraltı treni seyahatinden sonra terminale oradan da memleketimize döndük. Yaklaşık 3 saat sürdü bu yolculuk. Sonra babam Karabük tabelasını görünce sevindi. Girişte fabrikanın dumanları arasında Karabük karşıladı bizi…
Sonra Çarşı denilen bir yerde indik. Burası bizim memleketin çarşısıydı. Gideceğimiz yer belliydi haliyle. Gözlükçü Fenni… Benim dedemin gözlükleri orada yapıldığı için babam beni hep buraya getirirdi.
Gözlükçüden içeri girdik. Orta yaşlarda, renkli gözlü sevecen bir adam bizi karşıladı. Adı Âdem'di. Tanıdıkça anlıyorum ki eli öpülesi bir insanmış Adem Amca.
Babam selam verdi:
-Selamünaleyküm hayırlı işler Âdem Ağabey… Bir reçetemiz vardı.
Âdem Amca yine güler yüzüyle bana baktı:
-Hoş geldin Gülcan Abla! Sana en güzelinden gözlük yaparız dedi. Gözümdeki gözlüğü çıkarıp aldı, ölçtü reçeteye baktı. Ancak Âdem Amcam'ı düşünceli gördüm.
Âdem Amca babama yöneldi:
-Aleykümselâm Cafer'im. Bu camların organik olanı çıktı. Devlet karşılamıyor ama çocuk rahat eder ondan yaptıralım. Ben yeğenime gereken yardımı yaparım. Yeter ki iyi görsün dedi. Daha sonra annem söze karıştı:
- Yeter ki kızım iyi görsün Âdem Ağabey. Gözleri onun dünya penceresi… abamın aklına organik cam işi yatmış olacak ki kabul etti. Güvenimiz sonsuzdu Âdem Amcama. Bütün neslimiz Âdem Amcamın ürettirdiği gözlüklerle görüyorduk. İlgisi, şefkati, sevecenliği, güler yüzlülüğü müşterilerini kendine bağlıyordu. İşini severek yapıyordu, para kazanmak kolay önemli olan gönül kazanmak diyordu. Birkaç çekmece açtı. Oradan çerçeveler çıkardı Âdem Amca. Artık kırmızı, çizgili çerçevelerime veda vakti yaklaşıyordu. Aralarından rengârenk çerçeveler çıkardı Âdem Amca aralarından mor kenarları kelebekli bir çerçeve beğendik. Âdem Amca masasının başına geçti. Babam ise beklediğim o soruyu sormaya hazırlanıyordu.
Babam düşünceli zihninden sıyrılarak Âdem Amcaya şöyle dedi:
-Borcumuz ne kadar Âdem Ağabey?
Âdem Amca gülümsedi. Reçeteyi aldı. Defterini çıkardı. O defterde fiyat listeleri vardı. Babama baktı:
-Hele bir gözlükler gelsin yeğenim görsün gerisini hallederiz dedi.
Babamın aklından geçenleri okumuş olacak ki sözlerine devam etti:
-Taksitle olur peşin olur Cafer'im… Para önemli değil. Önemli olan görmek dedi.
İşte, Âdem Amcamla tanışmam böyle başladı. O sadece bir gözlükçü değildi. Sihirli parmakları vardı. Parmağımın ucuna bak derdi sonradan anlardım ki odak noktasını buluyormuş. O nokta bulunmazsa göremiyormuşsun.
Aradan iki üç hafta geçtikten sonra gözlüğüm geldi. Çok güzel olmuştu. Her taraf ışıl ışıldı… Sonra yaşım 5 oldu. Aradan bir yıl geçti. Yine sihirli parmakların yanına gittim. 6 yaşına girdim, yine karşımda güler yüzüyle Âdem Amca vardı. 7 yaşına girdim, ilkokula başladım, düştüm gözlüklerim kırıldı.
Ben öğretmenime ağladım:
-Onları daha yeni aldım. Babam nasıl ödeyecek yenisinin parasını? Babam bütün fedakârlığıyla çalışıyor, o dönem oldukça pahalı olan organik camlardan alıyordu bana. Âdem Amcama taksitle ödüyordu. Niye biliyor musunuz? Annemin şu sözlerine kulak verin:
-Gözlükler onun dünya penceresi…
Gözlük camlarının kırılmasını karşılayan bir garanti yoktu. Ama Âdem Amca'm 'Onlar yeni yapılmıştı bile demedi'. Yeter ki yeğenim üzülmesin ben ona tekrar yaptırırım dedi. Para bile almadı. Organik camların da ilk çıkış yıllarıydı. Bu sihirli parmakların hakkını ödeyemezdim elbet…
Çünkü ben gözlerimle ağlıyorum, gözlerimle gülüyorum. Gözlerimle görüyorum. Bu hikâyeyi de sevgili Gözlükçüm sihirli parmakların sahibi Âdem Amcama hitap ediyorum.
Düşünüyorum onun çocukları, ailesi ne kadar da şanslı! Bu kadar zengin gönüllü bir babaya sahipler… Adını en güzel şekilde yaşatan insan sevgili Âdem Amcam… O üç basamaklı minik dükkânında gencine, yaşlısına, çocuğuna gözlük yapan insan ne yüce Gönüllüsün. Bu arada kullanmadığınız çerçeveleriniz varsa Âdem Amcama getirin, herkes bizim gibi şanslı olamayabilir unutmayın! Âdem AKDOĞAN'A sevgi ve saygılarımla.