Baba Meselesi

Boğucu sıcakta hastalık kokan, kapısı penceresi dahi izinle açılan mahpustan farksız neredeyse beş metre hastane odasına, kalan hayatını  sığdırmaya çalışan baba, karşısına dikilmiş iki evladına;
 
               ‘Neredeydiniz soğuk kış günlerinde aç susuz yaşarken, sordunuz mu hiç bayramda seyranda halimi hatırımı?’ dedi.
 
Daha hastaneye yatırılalı on bilemedin on beş gün olmuştu, kerrat cetvelini sayar gibi saniyeleri sayan babaya zaman çok uzun gelmişti elbette, evine köyüne dönme hayaliyle tok sesini yükselterek duvarlarda yankılanacak şekilde:
 
             ‘Memleketimde olsun, ne olacaksa orda olsun, Azrail ruhumu alıştığım bildiğim yerde alsın bu yaban ellerde o bile görevini yapmaz uğramaz canımı almaya’ diye köpürdü evlatlarına.
 
Kanser teşhisi konalı altı yılı geçmişti geçen yıllarda hastalık iyice kendine yaşlı vücutta yer bulmuş, canını almadan gitmeyecek şekilde yer etmişti bu bedende. İmkanlarının daha iyi olduğu kanısıyla büyük şehre getirilmişti ama iki tarafta birbirine kinliydi. Baba bu durumu fırsata çevirmeye çalıştıklarını düşünüp evlatlarını gözünde küçültüyor, evlatları ise bu durumu babalarına son görevleri ve diğer yandan da babalarının annelerinden sonra genç hırslı bir kadınla evlenmelerini içlerine sindiremeyişlerinin muhakemesini yapıyorlardı. Bu kızgınlık, evlatların büyüğü olanın babasının hastalığından ve yaşından dolayı mallarının idaresini hükmedemeyeceği kanaatine varıp mahkemeye vermesiyle başlamıştı. Yeni karısı mahkeme olayını fırsata çevirmek için babanın aklını çelip evlatlarına karşı kışkırtarak bu durumu kendi lehine çevirmeye çok yaklaşmıştı. Boş senede imza ve malların kendisine devri yapılmazsa kocasına bakmayacağını evlatları babalarından öğrenmişti. Kendinden iki katı yaşı olan bakıma muhtaç ve ölümle buluşma vakti yaklaşan babaya bakmamış kirasını ödettiği evin kapısına koymuştu, bu durumu öğrenen küçük evlat tepkisiz kalırken büyük olanın içini intikam bürümüştü. Baba inatçı, evlatlar sitemkar, genç eş ise bu durumun kendisine olan karını hesaplarken, babanın durumu birden ağırlaşmış hastaneye getirilmişti, ancak hastalığı dördüncü evredeydi ve yapılacak bir şey kalmamıştı. Bu durum zaten bilindiği için hastanede fazla kalınmadan yeniden evin yolu tutulmuştu. Eskiden merdivenleri hoplaya zıplaya çıkan baba artık büyük oğlunun sırtında acılar içinde merdivenleri çıkar vaziyetteydi. Bundan kırk sene evvel anneleriyle evlenirken aldığı, evlatlarının çok iyi koruyup baktığı kadife döşemeli gürgenden yapılma yeşil koltuğuna oturduğunda derin bir oh çekip ‘nasıl olsa bu işin sonu belli ver bi cigara efkarım gitsin’ dedi. Koskoca üçlü koltuğun ortasına oturup sigarasını tüttürürken evde hüzün hakim oldu, parçalanmış bu ailenin üzerine birde yılların hüznü çökmüştü fakat bu illet hastalık sayesinde yine eskisi gibi bir aradaydılar. Geçmesi olmayan bir hastalıktı bu, ama bitecekti er ya da geç.
 
Baba ’Toplanın şöyle etrafıma.’ diyerek tıpkı eski günlerdeki gibi bir başlangıç yapıyordu. Eskiden işten evine dönünce taze aldığı meyve ve sebzeleri karton poşetinden çıkartırken de aynı cümlelerle başlardı söze. Babanın muhteşem mizah anlayışı odadaki kahkahalardan anlaşılıyordu sanırsınız ki düğün evi. Annenin gözlerinin içine bakarak baba ’çok çabuk yanlış kararlar verip hayatımızı mahvetmişiz’ dedi. Evin annesi de ‘olsun sen benim kocam ve çocuklarımın babasısın’ karşılığını verip eski de olsa hala kocası ve sevdiği adama mahcup mahcup bakarak hafif tebessümle karşılık verdi. Karamsar hastalık havası dağılmış yerini mutluluk ve az da olsa umuda bırakmıştı. Büyük oğlan ‘Doktorların yaşasa yaşasa beş yıl yaşar tıbbın yapabileceği bu kadar maalesef, ama bünyesi kuvvetli en azından acıyı çok hissetmiyor sizin de teselliniz bu olsun’ cümlesini hatırlamasıyla gözleri hafif nemlenmiş bakışları uzaklara yönelmişti. Büyük oğlanın hüzünlendiği daha önceleri pek tanık olunmayan bir davranıştı, küçük olan daha duygusal ve mantıklı olarak bilinirdi etraflarında. Neşeyle devam edilen sohbet kapı zilinin tekrar tekrar çalmasıyla yerini meraka bırakmıştı; odadaki tüm gözler birbirine bakıyordu. Bir de kapı alacaklı misali dövülünce kapıyı açma görevi daha heybetli olan büyük oğlana kaldı. Açılan kapının karşısında alacaklı gibi duran, makyajlı, kaşları çatılmış genç anne ve yanına aldığı üç polis bir de arkada sinsice duran kirli sakallı pos bıyıklı babanın yaşına yakın yaşa sahip bir adam durmaktayken tüm taraflar kapının eşiğine toplanmış, vaziyetin ikbalini merak ediyorlardı. Görevli memurlara ’Mallarımı kaçıracaklar, babalarını onun için bu şehre getirip tedavi ettiriyorlar’ demesi büyük oğlanın boğazına sarılmasıyla son buldu. Kapı ağzında yaşanan arbede az evvel içerde yaşanan mutluluk ortamını birden dağıtmıştı. İki tarafın kullandığı kelimeler sertleşiyor, apartmanın duvarlarında yankılanıyordu. Tüm tarafların niyeti belliydi, içeride sessizce oturan baba duruma müdahale için ayaklanmış var gücüyle kapıya yönelecekken, birden tüm gözlerin kendisine çevrildiği sırada yere yığıldı, Genç kadın birden ‘kocamı öldürdüler, katiller’ diye bağırdı. Çığlığı; maksadını gizlediği tüm duygularını saklamaya yetmişti, genç kadın ve babası hariç herkes babanın başında toplanmış, olan bitene anlam vermeye çalışıyordu. Anne ve küçük oğlan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, büyük olan ise metanetle dimdik ayakta beklerken babasının kolsuz yeleğinin iç cebinde zarfa benzer bir şey dikkatini çekti ve usulca eğilip yeni canını teslim eden babasının sıcak göğsüne dokunurcasına iç cebinden beyaz bir zarf çıkarttı. İçinde ne olduğunu merak etmek ve yırtıp atmak arasında gidip gelen düşüncelerini dinlerken zarfı açmış bulundu.
 
Açılan zarfta sadece iki cümle yazıyordu ‘dünyalık mallarım onun olsun, sizler benim cennetliklerimsiniz.’
Baba uzun sayılacak yıllar yaşamış ancak az becerdiği mutluluğu burada yaşadığı kısa zamanda öz ailesiyle yakalayabilmişti. Ardından onları içinden çıkılmaz bir kaosla baş başa bırakıp bu dünyadan gitmişti.

İlginizi Çekebilir

Maviliklerde

Fatma SOYER

Keskin Bıçak

Erol ÇOLAK