Beklenen Sevgili
Didim’de, denize doğru dikdörtgen biçiminde uzanan bir alan vardır. Sağ tarafa tur tekneleri yanaşır. Çığırtkanların sesi demir atmıştır denize… Olur'a takılır diye o bölümde olta atılmaz. Sol taraf ise amatör balıkçıların işgali altındadır ve burada özerkliğini ilan etmiş gibidirler. Oysaki bu yazlıkçı arkadaşların balık hakkında bilgileri, balıkçı tezgahında gördüklerinden ve etiketlerde yazılandan ibarettir.
Amatör balıkçılık dediğin nedir ki? Bir kamış almak, misinaya iğneleri ve kurşunları bağlamak, denize fırlatmak ve nihayetinde bolca palavra sıkmaktır. Herkes, hemen her gün mutlaka bir kilodan büyük bir balık kaçırır. Sonra da öyle gamlı üzülür ve dövünür ki gerçek sanır, teselli etmeye çalışırsınız.
Ben de zamanla onlardan biri oluverdim. O toplumun içinde yer alabilmenin yolu, kaçan balık öykülerinden geçiyordu. Ben o kadar uyum sağlamıştım ki olta atmadan bile kiloluk balıklar kaçırır olmuştum. Dinleyenim çoktu. Palavralarımı atarken nasıl bir inandırıcılığım varsa, ben anlatmaya başlayınca teknelerin içinden bile kalkıp gelenler oluyordu. Lakin bir kişi hariç...
Her gün herkesten önce geliyordu. Dikdörtgenin tam köşesinde, yere serdiği havlunun üzerinde, sanki altın varaklı bir taht vardı da onun üstüne kuruluyordu. Yanına pembe renkli başka bir havlu daha seriyor, ancak onun üzerine asla oturmuyordu. Üstelik onu sık sık yerinden kaldırıp silkeliyor, sonra da, küçük kız çocuğunun saçlarını tarayan bir anne gibi, havluyu parmaklarıyla yukarıdan aşağıya doğru tırmalıyordu.
Kimseyle konuşmaz, gözünü denize diker, usanmadan aynı noktaya bakar da bakar… Altmış yaşlarında seyrek beyaz saçlı ve her sabah işe gider gibi sinekkaydı tıraşlı… Yürürken, yorgun geçmişini sırtında taşımaktan bıkmış, emekli bir devlet memuru havasında… Gökyüzünde o an ne olup bittiğini sorsanız, “Gökyüzü mü? Ne göğü kimin yüzü?” diyecek kadar dünyadan bi’haber... Öne doğru bükülü ve bezgin… Suratsız da… Ne selam veriyor, ne de selam alıyor.
O sabah “Merhaba!” dedim, yüzüme bakmadı. Samimiyet kurmak için iletişime dini alet etmek istedim ve “Selamünaleyküm!“ dedim. Herif iplemedi beni… Böyle durumlar, insanda bir aşağılık duygusu yaratıyor.
“O kim oluyor da benim selamımı almıyor, beni takmıyor.” diye cevabını asla alamayacağınız soruları, gereksiz yere kendime sorup duruyorum... Aynaya bakıp da, aynada ki herif ile hesaplaşmaya kadar gider ki iş, eksi bakiye veririm.
Daha radikal bir çözüm geldi aklıma… Onu yerinden yurdundan etmek.
İnat bu ya, ertesi sabah ondan daha erken gelip o köşeyi kaptım. Yere plaj havlusunu serdim. Bir tane de sanki misafirim gelecekmiş gibi bir adet havlu daha serdim. Rengi pembe… Anlasın yani… Lakin fazla erken gelmişim. Kıyıda, sokak köpeklerinden başka canlı yok. Bir de her sabah balığa erkenden çıkacak olan balıkçı Paşa ve adamları var. Ağlarındaki son onarmaları yapmaktalar.
Paşa beni görünce gülümsedi. “Bakıyorum da malum köşeye işgal var gibi.” dedi. Çok büyük bir iş başarmış gibi gülümsedim. Başparmağımla zafer işareti yaptım. Onun da hoşuna gitmişti sanki... Başıyla onayladı. “Uyar bize.”
Güneşi erken doğurmak için uyumaya çalışıyorum. Dalmışım.
“Günaydın efendim!” sesiyle uyandım. Elinde plaj havluları ile o adam tepemde dikilmiş duruyordu. İki elini önünde tutuyordu. Hani karikatürlerde evin dolabına gizlenmiş de yakalanmış tipler vardır ya… Sanki onu görmüş gibi oldum karşımda…
Yok! Bu tip, o eylem için çok yaşlıydı. Tek kolu arkada olsa, sipariş vermemi bekleyen garson tiplemesi cuk otururdu.
“Kız arkadaşınızı bekliyorsunuz galiba?” dedi çok kibarca…
‘Kalk, o yer bana ait’, gibi ters bir söz bekliyordum. Ses tonumu da lehçe mi hafif kabadayı ağzı kullanarak yanıtımı da ona göre ayarlamıştım. Bu kadar kibar, eski Türk filmlerinde ki aktörlere has bir ağız ile konuşan bir insana nasıl yanıt verilir ki? Yahu adam resmen ayarlarımla oynadı. Kafadan attım ve “Evet!” dedim “Sevgilimi bekliyordum.”
Gülümsedi. “Tahmin etmiştim.” dedi.
Nasıl dememe fırsat vermeden o çok kibar, nahif duruşuyla ve ince sesiyle devam etti.
“Yanınızda boş bir havlu daha var ve üstelik pembe… Nasıl anlamam.”
Rahatsızlık verdiğini düşünmekten ötürü o kadar çekingendi ki oturarak konuşmayı kendime yakıştıramadım. Ayağa kalktım. Yüzüme bakmaktan utanır gibi yere bakarak konuşuyordu. Sanırım bu duruşundan ötürü boyu olduğundan daha kısa gözüküyordu.
“Siz de her gün arkadaşınızı bekliyor olmalısınız?” dedim.
Başını iki yana salladı.
“Benim arkadaşım her gün yanımda ya!” dedi. ”Siz sadece oltaya odaklanıyorsunuz. Bu nedenle hem iç hem de dış uyarıcılara karşı kapalı oluyorsunuz.”
“Ama siz de öylesiniz. Saatlerce denize bakıyorsunuz.”
Birden yüksek sesle gülmeye başladı. Çok da sıcak gülüyordu ve onu ilk kez gülerken görüyordum.
“Üzerinde kalp olan yüzüğünü denize düşürdü. O yüzüğü ona ben almıştım. Şu karşıki dükkandan … Gözlerimizle onu arıyoruz. Ben yüzüğü kafama takmıyorum ama o çok üzüldü ve hala üzülüyor. Farkında değil misiniz?” dedi.
Böyle bir soruya nasıl yanıt verilir ki? ‘Farkındayım’ desem, kendimle hesaplaşmam için artık aynaya bakmamam lazım… Bakmayız be!
“Hanımefendi çok sessiz, sakin ve hareketsiz… Gözü de sizden başkasını görmediği için yüz yüze, göz göze gelemiyoruz ki farkında olabilelim efendim.”
Ne diyorum ya ben? Bu herife takılmamak lazım… Öyle olmasaydı herkes konuşurdu. Adam tahminimin aksine çok iyi, çok hoş ve beni de anladığım kadarıyla sevdi ama bu dünyada yaşamıyor gibi… Yazdığı senaryoyu önce kendi seslendiren yazarlar gibi… Karşısında benim gibi meraklı bir seyirci buldu, ona oynuyor diye düşündüm. Ona biraz takılsam onun gibi düşünmeye başlayacağım sanki.
Serdiğim havluları toplamaya başladım ve kendisine her zaman oturduğu yeri takdim ettim. Ayrılıyorum diye üzülecek sandım, aksine sevindi. Ben uzaklaşırken oradan el bile sallamadı, yerleşmekle meşguldü. Şeytan diyor ki git tekrar otur verdiğin yere…
“Adım Namık efendim.” diye arkamdan seslenince şeytanı kovdum.
---
Ertesi gün, herkes her zamanki yerindeydi. Dünde kalmışız. Sinemadaki makinistler gibiyiz.. Seyrettiğimiz film tekrar başlayacak ve biz tekrar izleyeceğiz.
Paşa’nın sesini duydum tekneden. “Allah muhabbetinizi arttırsın, ne konuştunuz o kadar uzun?”
“Havadan sudan ne konuşacağız ki?”
“O kimseyle konuşmaz. Ondan merak ettim. Bu arkadaş yukarı taraflar da, Yenihisar’da oturur. Eşi rahmetli olduktan sonra yalnızlaştı. Dört yıl önce buna kanser teşhisi kondu ve kendisine dört aylık ömür biçildi. Ne olduysa o İngiliz karının bunun yanına oturmasıyla başladı. Tur rehberi Bülent var ya, o da yanlarında… Karının kafası iyi. Karı buna, bu karıya biralar ısmarlayıp durdu.. Bir de bunu öpmesin mi? Bunlara tercümanlık yapan Bülent hergelesi ne söyledi ise bizimki karıya aşık oldu. Bülent’in söylemesine göre; karı, bir gün yine geleceğim, beni bekle’ falan demiş galiba. O günden beri, o İngiliz karının gelmesini bekliyor işte.”
“Hani kanserdi? Dört aylık ömrü kalmıştı?”
“Baksana canavar gibi oldu. İngiliz karıyı görmeden ölmek var mı abi?”
---
Aşk, adamı hayatta tutmuştu demek ki. Sevmek ne kadar güzel bir şey. İçinize nerede yeşerdiğini bilmediğiniz bir sevgi tohumu ekiyorsunuz, o büyüdükçe bedeninize kök salıyor ve sizi tekrar hayata sımsıkı bağlıyor. Kurumuş yeni filiz vererek canlanmaya çalışan ağaç gibi… Ben bu sevgi dolu adamı, başka bir alemde yaşıyor olsa da çok sevdim ya… İngiliz’in suya düşürdüğü yüzüğü bulmam lazım. Ne kadar sevinirdi kim bilir? Denizde arayacak halim yok ya! Karşı dükkandan, üzerinde kalp olan yüzüklerden alırım bir tane, olur biter.
Ertesi sabah, onun gözünün önünde “Yüzük burada düşmüştü değil mi?” diyerek denize atladım. Ayağa kalktı. Beni izliyor ve sağa, sola, biraz daha derinde diyerek rotamı belirliyor. Yüzük avucumun içinde gizli… Son bir kere daha daldım ve bir parça yosun kopararak su yüzüne çıktım.
“Bu mu?”
Eline aldı. Hayranlıkla seyretti, sonra öptü ve kalbinin üzerine götürdü.
“Evet bu!” dedi, “Size minnettarım.” Sonra yan tarafını işaret etti. “O da size minnettar.”
---
Bir hafta sonraydı sanırım. Akşamüstü idi. Namık Bey aniden ayaklandı. Yer havlusunu birkaç kez silkeledi ve lakin nedense kız saçı tarar gibi yukarıdan aşağıya tırmıklamadı. Tekrar özenle yere serdi. Çantasından aynayı çıkardı ve kendine baktı. Eğik değildi, dimdik duruyordu üstelik.
Yaklaşık yirmi kişilik bir turist kafilesi inmişti sahile.. Kalabalığı bir arada tutmaya çalışan tur rehberi Bülent'in sesini duymuştu sanırım. Bülent ise hazır oradayken tur tekneleriyle de pazarlık yapıyordu. Namık Bey, bir çocuk gibi heyecanlı idi ve yerdeki havluyu düzeltip duruyordu. Kafile ona doğru yaklaştı.
Namık Bey aniden bir kadının önüne doğru koştu. Yanına yaklaşınca havluyu işaret ederek Türkçe;
“Dört yıldır seni bekliyorum kadınım.” dedi “Hani hemen gelecektin?”
Kadın ilk kez görüyormuşçasına Namık Bey’e baktı.
Namık Bey “Beni hatırlamıyor mu?” diye Bülent’e sordu. Bülent önce gülümsemeye başladı. Belli ki geçmişte ki olayın kurgusu ona aitti. Geçmişte yaşananları anlattı kadına… Kadın hatırlamaya çalışıyor lakin hatırlamıyordu. Namık Bey kadının koluna yapışmış pembe havlunun üzerine “Pliz, pliz...” diye oturtmaya çalışıyordu.
Kadın, Bülent’e baktı, onay alınca onu kırmayıp biraz oturdu. Diğer İngilizler “Ne çok hayranın varmış burada.” diyerek fotoğraflarını çekiyordu. Kadın sanki biraz hatırlamış gibi rol kesiyordu. Lakin gülme krizine girdiğinden rolünü oynayamıyordu. Namık beye teşekkür ederek ayağa kalkmak istedi. Namık Bey eline sarıldı aniden onu havluya doğru sertçe çekti. ‘Nereye’ diye bağırdı o incecik sesiyle… Kadın Namık beyin elini şiddetle silkeledi. Sonra da bağırarak bir şeyler söyledi. Hışımla ayağa kalktı. Rehber Bülent’e de çok sert çıkıştı ve rahatsız olduğunu ifade etmeye çalışıyordu... Zaten kafile dekiler de yürümeye başlamıştı. Onlara yetişmek için hızla koşarak oradan uzaklaştı. Namık Bey Bülent’e hala “Beni unutmuş olamaz. Hani saatlerce içip sohbet etmiştik. Sen şahitsin.” diyordu.
Bülent, Namık Bey’in sırtını sıvazladı.
“Kadın her bira içtiği kişiyi nasıl hatırlasın be Namık abicim. Aradan onca sene geçmiş. Yok artık.”
Kadın zaten uzaklaşmaya başlamıştı. Namık Bey bir süre kadının arkasından bakakaldı. Sonra çok üzgün gözlerle bana baktı. “Hiçbir şey anlamadım.” dediğini hatırlıyorum sadece…
Çantasını kurcalamaya başladı. Çantasından benim aldığım yüzüğü çıkardı, denize fırlattı. Denize bakmadı bile. Çekti gitti sonra…
Bir daha Namık Bey’i o kimse o köşede görmedi. O sene kimse de o köşede oturmadı.