Cehalet Mağduru

Cehalet, köyü kucaklamıştı. Köyün yaşlılarının pragmatik zihinlerinden ürettikleri yasalar; parlamak isteyen ruhları, yeşili, maviyi, gülüşü, heyecanı soluklaştırıyordu.

Her doğan çocuk gibi Raci de sigara dumanının ömrü kadar süren yeni bir heyecan yaşatmıştı. Kelebeğin ömrü kadar bir sürede o da karanlığın bir parçası oldu. Kendi hâlinde büyümeye başladı. Diğer çocuklardan farkı şefkatli olmasıydı. Annesine düşkünlüğü doğal olarak ev işleriyle daha çok haşır neşir olmasına sebep olmuştu. Dede, babaanne, asabi bir baba ve kardeşleriyle yaşadıkları evlerinde annesine kol kanat germeye küçücükken başlamıştı. Annesini komşulara gönderir, evin işlerini yapardı. Dünya onun için sadece köyden, köydeki komşulardan ibaretti. Başka bir dünya olasılığı var mıydı ki?  En iyi bildiği iki şey, ceza ve korku idi. 

Annesi Raci’ye ve diğer çocuklarına zaman ayırabilecek kabiliyette olsa da geleneksel ailede, yaşlı insanların bakımı, misafir ağırlama sorumlulukları sebebiyle çocuklarının üzerinde sadece gölge olabiliyordu. Geleneksel toplumlarda aile dışındakilere öncelik vermek adeta bir kuraldı. Çocuklar arada kaynar, kendi kendilerine büyürlerdi. Sorgulanmayan geleneklerin binlerce mağdurundan en çok etkilenen de ailede duyarlı Raci oldu. Raci zamanla büyümeye ve evin dışında daha çok zaman geçirmeye başladı.  

O, zaman zaman köyün kurnaz insanlarının sayesinde kendine bir yer edindi. İyi niyetli hâli onu çok savunmasız bıraktı. Sırf eğlenmek amacıyla birinin ona iş buyurması, Raci için yaşam amacı olmaya başlamıştı. Siyah perdeleri yırtarak aydınlığı yaratıyordu adeta. Verilen görev çay demleme işi bile olsa Asker resmiyetiyle demlerdi. Sadakati savaşından geliyordu.  Bir sadakat, bir varoluş dişlisiyle her seferinde yeniden sahneye çıkıyor, tekrar karanlık perdenin ardına dönüyordu.

Herhangi biri üşüdüğünde “Raci, yak şu ateşi.” derdi. Raci birden canlanır, gözleri ışıldar; öyle bir ateş yakardı ki neredeyse bütün köy ısınırdı. Ateşin etrafında toplanmış köylülerden bir beğeni almak için gözlerinin içine içine bakardı. Sözcüklerini ağzının içinde yuvarlayarak, “Çay da yapayım mı? Ateşin yanına iyi gider. Hafif de meltem var.” derdi. Köylüler sevgililerini, hayallerini, insanları, komşularını çekiştirirken o, gözlerini sonuna kadar açarak hevesle dinlerdi. 

Sıcak çay, ateş, köylüleri mest ederdi. Başlarlardı Raci ile eğlenmeye. “Raci sana kız ayarlayalım mı?’’ Raci utangaç utangaç başını öne eğer beklerdi. Onlar ısındıkça, keyiflendikçe Raci’nin ruhu ısınırdı. 

Raci uzun boylu, tıpkı cılız bir kavak ağacı gibiydi. Her an, bir habere koşacak gibi, geyik hızıyla hareket ederdi. Soluk renkli ekose gömlekler, açık kahverengi geniş pantolonlar giyer, eski örme hırkası bütün kış üzerinde olurdu. İnce uzun bedeninde kurumaya bırakılmış gibi duran, rüzgarla sağa sola savrulan kıyafetleri içinde zaman adeta kaybolurdu.

Kendine ait düşünceleri olmamasına rağmen Raci, güneşle parlayan gözleriyle her şeye sıcacık gülümserdi. Her an bir hadise olacakmış izlenimi veren tavırları meraklandırır, parlak, bal rengi gözleri fır dönerken Sherlock Holmes’in gizemli bir durumu anlamaya çalıştığını düşündürtürdü. Hiçbir hadisenin meydana gelemeyeceğine inandığınız anlarda, etrafınızı kolaçan ederdiniz. Tuhaf halleriyle size bakar bakar, tebessüm eder, kafasını kesintisiz ama hafif sallardı. Kendiliğinden kızaran uzun, ince kemikli yüzüne dikkatlice bakınca Sherlock çoktan gitmiş olurdu. Biz bize köy meydanında bulurduk kendimizi. Onu önemsemediğinizi sanırken merakınızı canlı tutardı.

İncecik enine çizilmiş kaşları, Sadri Alışık bıyıkları uzun yüzü ile uyumluydu. Ağzının içinde minicik kalmış, yer yer kırık dişlerinin tam tersi heybetli burnu ile Raci, bu toplumun kocaman bir parçasıydı.

Kızlara ilgi duyardı. Kızlar hakkında konuşulurken heyecanlanır, içi içine sığmaz, âşık olma duygusunun gülüşü yüzünde belirirdi. -Ah bir talibi olsa onu bilmediği saraylarda yaşatırdı.- Lakin zerre umudu yoktu. Kendisini herkesten önce yargılamış, küçümsemiş, sevilemez biri olarak varsaymıştı demek ki. Raci, hep ama hep bir akarsu gibi hareket halindeydi.

Ve bir gün, köyden başka yaşamı olmayan Raci, İstanbul’daki köylüsünün evine misafir oldu. Köylüsü şehirdeki eşe dosta haber verdi:

“Biliyor musun? Raci bize geldi.’’

Raci, kendine bol gelen soluk ceketini sandalyeye astı. Derin bir nefes aldı, merakla balkona çıktı, gözlerini açarak çevreye baktı. Otogardaki kalabalıktan sonra iyice dağılan kafasıyla kalabalığın arasında el ele yürüyen sevgilileri gördü. Hayalini bile kurmadığı kendine layık görmediği her şey gözlerinin önünden tek tek geçiyordu. Sokakta yüzlerce insan, dükkânlar, sucular, dondurmacılar, kafelerde oturan mutlu insanlar gördü. Bir yıldırım gibi üşüşen her şey karşısında heyecanından korktu, söndü, küçüldü, kendini korumaya almak istedi. Bütün hayatı bildikleri tuzla buz oldu.

“Köy nere, bura nere? Vay be!” dediği duyuldu. Uzun süre orada kaldı. Yaşadığı duyguların karmaşasıyla kalp atışı hızlandı. Ellerini seyrek gri saçlarında hızlı hızlı gezdirdi. “Başka ülkeye mi gelmişti?”

“Raci gelemezdi. Raci sadece köyde bir ağaç, bir nefes, bir bitkiydi.”

Raci’nin İstanbul’a gelmesi devrimdi. Sandalyede asılı ceketi, devrimin ceketiydi. Hayatında ilk defa parka giden bir çocuğun sevinciydi. İlk defa annesini bulan bir çocuğun heyecanıydı. 

-Raci ile ilgili yazmak çölde rüzgârdan korunmaya çalışmak gibi. Ne yazsan diğeri eksik kalır.-

Örneğin, onunla yürüdüğünüzü hayal edin. Sol tarafınızda. Tepeden bakan başını size doğru eğer, sol el ve sol omzu biraz yukarıda hızlı hızlı yürür. Bir bakmışsınız, siz de onun gibi hızlı hızlı yürüyorsunuz. O esnada sonunu bir türlü öğrenemediğimiz muğlak hikâyeler anlatır. Hikâyelerinde yabancı kişiler, hayalindeki sevgili, komşusu, sokakta karşılaştığı bir kız vardır.

“Ben biliyorum, zamanı gelecek, bak görür o zaman.” gibi kesintisiz, kısa kısa ağız dolusu sesler çıkarır. Sol tarafı aceleci, sağ tarafı durağandır sanki.

Raci bal rengi gözleriyle âşık olamamış, kıymet görmemiş, görülmemiş bir adamdı. Çevresindeki her şeye bulaşmaya çalışarak hayata tutunan Raci’nin kimsede yeri yoktu. Makinenin bir çarklısı gibi dönüp duruyor, ezildiğinin, kırıldığının, bir yerlerinin acıdığının farkında bile olmadan bir sinek gibi oradan oraya uçmaya çalışıyordu. Şehre bir gelip gitmeyi düşünürken acılarını, onu boğan her şeyi tokat gibi hissetti böğründe. 

Raci’yi gerçek yaşamında mahrum olduğu her şeyden hayallerinde de mahrum etmek yerine, şehir hayatına getirmek istedim. Eski, küçük bir köyde doğan Raci’nin birbirlerini iyi tanıyan mutsuz insanların arasından birbirini tanımayan koskoca şehir insanlarıyla karşılaştığında  neler hissedeceğini, nasıl adapte  olacağını merak etmeye başlamıştım.  

Raci şehirde ne yapar? Nasıl yaşar? Kalabalık üstüne gelince korkar mı? “Burada yaşayamam mı?” derdi. Belki herkese yol vermekten ilerleyemezdi. İnsanların yüzüne uzun uzun bakar, onu kimse görmezdi muhtemelen. Apartmana komşularıyla karşılaştığında utanır, korkardı. Köydeki kurnazlara ateş yakmayı yeğlerdi. O kadar utanırdı.

Şehirden köyüne doğru bakardı. Hayalinde canlandırırdı. “Küçücük bir avuç köy.’’ Bir daha şehre bakardı. Ürperir, düşer gibi olurdu. Köy ve şehir arasına gerilmiş bir halat üzerinde titrer, kararsız olur düşüşe geçerdi. İç dünyasındaki çatışmalar hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissettiriyordu. Cin şişeden çıkmıştı. Köylü Raci, düşüşe geçtiğini sanırken yükseliyordu ızdıraplarla. Yere düşen bir cam bardağın parçaları gibi dağılmıştı. Şimdi başlıyordu tırmanma macerası. 

“Raci dağılsa da şehirde kaybolsa da ürkse de üzülse de kırılsa da bir tek zorbalık yapamazdı.” Bu koca şehirde… Zorbalarla nasıl baş edecekti?

Ah Raci… Şehirdeki çatışmalarını merak ediyorum…



 


İlginizi Çekebilir

K.Kararınca

Handesu GÖÇMEN

Yitik Anahtar

Osman Osma

Çirkin Şehir Maymunları

Bünyamin ÇOBAN