Çöp
Kapıyı arkamdan çektiğim anda garip bir hisse kapıldım. Sanki bir şeyler içeride kalmış ve kapı dönüşsüz biçimde ardımdan kapanmıştı. Ceplerimi yokladım, anahtarım yanımda. Derin bir nefes aldım. İstediğim an dönüp girebilirdim içeri, her ne unuttuysam alabilirdim demek. Bir an rahatladım ama hemen sonra, o telaşlı ses tekrar yüreğime fısıldadı. Sanki bir şeyler içeride kalmıştı ve hiçbir anahtarın açamayacağı bir kilit kapanmıştı üstüne. Gözüm kilide mıhlı, ayaklarım da yere; dönüp gidemeden, içeri de giremeden, öylece kalakaldım.
Sahanlıktan dışarıya açılan pencereden Mayıs ılıklığı esti hafifçe. Beraberinde tuzlu bir yosun kokusu getirdi burnuma, yaz kokusu. Nicedir gitmek istenilen, mecburiyetten gidilemeyen, belki de hiç gidilemeyecek olan nice yaz düşü üşüştü beynime. Karşı konulması mümkünsüz, davetkar kokular girdi içeri. Şair’in dediği güzel havalar, kim bilir kaç ocağı söndürmüştü böyle; kaç ihanete, kaç terk edişe, basıp da gitmelere bahane olmuştu. Ama beni mahvedemeyecek bugün havalar. Gerçekte gitmiyorum ki ben çünkü. Gidermiş gibi yapıyorum sadece. Bir gün gidebilecek olmanın provasını yapıyorum belki de. Biraz soluklanmak, biraz unutmak, bir an olsun ipleri koparmak; uçmak, uçmak için. Öyle uçmak ki yakalayabilene aşk olsun. Hatta çocukluğumdaki gibi olsun. Ben önde minik adımlarımla koşarken, annem arkamdan yalancıktan kovalasın. Ben neşe içinde, yakalayamaz ki yakalayamaz ki! diye sesleneyim, O istese bile beni yakalayamasın. Zaten bir tekerlekli sandalye, en fazla ne kadar hızlı gelebilir ki ardınızdan? Saatte kaç kilometre hız yapabilir mesela, ölçülmüş müdür? Hele ki hava karlı ve gecenin ayazı, yolları dona çektiyse.
Kaza gecesi biz, yüz elli kilometre ile gidiyormuşuz, sonradan öğrendim. Hastane yatağında uzun bir uykudan gözünü açtığında insan, gerçek ile olan bağını yeniden kurmadan önce tavanı görüyor. Ben tavanda fotoğrafımızın kıyılmış ve birbirine karışmış parçalarını, donmuş halde beni bekler buldum. Parçaları düzenleyip yere indirmek ne kadar zamanımı aldı bilinmez ama yapboz bir araya geldiğinde çıkan resimde dört kişiydik. Annem-babam-Serap ve ben.
Akraba düğünlerinden oldum olası sıkılmışımdır. Ama işte, anne-babayı kıramayınca, bir de üstüne Serap ısrarcı olunca –duymuş düğünün boğaza nazır, bilmem ne paşa yalısında olduğunu - mecbur iki dirhem bir çekirdek giyinip düştük yollara. Serap - o zamanlar eşim, şimdilerde eski eşim- şimdilerde her şey eski zaten; eski eşim, eski işim, eski evim, eski eski… Her şey eskide kaldı. Serap diyordum, pek meraklıydı böyle lüks davetlerde giyinip süslenip boy göstermeye. Güzel kadındı Allah için ve her güzel kadın gibi gitti. Ama daha ona zaman var. Biz şimdi, bilmem ne paşa yalısının, boğaza nazır pencerelerinden birinin önünde çeşit çeşit mezelerle donanmış masada, gelin ve damadın mutlu düğün dansını izliyoruz. Serap bakıp bakıp iç geçiriyor. Biliyorum o da isterdi şöyle bir yerde, anlı şanlı bir düğün. Lakin o zaman da memur emeklisi ailenin orta sınıf oğluna varmayacaktın Serap Hanım.
Işıklar içinde bir vapur, gecenin kadifesini yara yara ilerliyor, hayranlıkla seyrediyorum.
Ah! Araba kullanmayacaktım ki şu manzaraya karşı iki kadeh parlatacaktım şimdi.
“İç oğlum iç, biz daha ölmedik, gerekirse kullanırım.” dedi babam.
Haklıydı, ölmemişti. Henüz.
“Sen bu havada kullanamazsın baba. Ama, eve taksiyle dönmeye fitseniz olur o zaman. Nicedir de içmedim zaten. Ama bak, sonra ben kullanacağım diye mızıkçılık yapmak yok.”
“Yok oğlum yok, tamam, merak etme sen.”
Ben hiç merak etmedim ki gerisini. Bir, iki, üç, dört… Gerisi yok. Gerisi koca bir kuyu içine düştüğüm.
İhtimal ki geçmişte kalan gençliğini kovalıyordu o akşam direksiyon başında babam. Ne annem, ne de Serap vazgeçirebilmişlerdi onu. İnatçı keçinin tekiydi zaten. Ben arka koltukta boş çuval misali sızmış uyurken, o annemi yan koltuğa oturtmuşken, kim bilir hangi düşün peşinden koşarken; hava karlı ve gecenin ayazı, yolları dona çekmişken.
Dört kişi girdiğimiz hastaneden bir eksik bir de fazla çıktık. Annemin tekerlekli sandalyesi, hem hayatımıza hem de masada babamdan boşalan yere bütün kurumuyla yerleşirken, annemin bacakları sonsuza dek sustu. Sonra, susma sırası Serap’a geldi. Suçluluk duygusu ile kahrolan bir koca ve hayat boyu bakıma muhtaç kalan annesini taşıyamayacak denli naif ve ince bacakları, kocaman bir bavulu çeke çeke evden ayrılırken, hala susuyordu. İhtimal ki O, öykünün boğaza nazır, bilmem ne paşa yalısındaki davet akşamından öteye gitmesine öylesine içerlemişti ki kendi öyküsünü yeniden yazmaya karar vermişti. Benim öyküm ise çoktan yazılmıştı.
Kapının kilidine boş boş bakarken arkamdan gelen sesle irkildim. Annemin üst komşusu merdivenden iniyor, yirmilerinin ortasında, hayatının baharında bir velet; elinde ağzı büzülü mavi bir çöp torbası, içinde bir günlük yaşamının atıkları. Torbadakileri tahmin etmeye çalışıyorum. Meşrubat kutuları, hazır yemek paketleri, belki biraz izmarit, çıtlanmış çekirdek kabukları… Bir evin çöplerine bakarak içeride neler yaşandığını tahmin etmek mümkün kanımca. Mesela annem ile benim çöpümden, boşalmış ilaç kutuları, kirlenmiş alt bezleri ve tek kullanımlık eldivenler çıkar bolca. Pek neşeli çöpler değildir. Mutlu hayatların çöpleri, bu veledinki gibi olur zira. Yalnız, bayağı çöpleri kıskanıyorum şu an ben.
“Günaydın Selçuk Abi, hayırdır seyahate mi?” diye sordu hayatının baharındaki. Gözleri sırt çantama dikiliydi. Suçüstü yakalanmıştım. Tehlike anında kafasını kabuğuna çeken kaplumbağa gibi kıpırtısız ve sessiz kaldım. O da fazla üstelemeyerek, çıplak ayaklarına taktığı terlikleri şaplata şaplata merdivenlerden inmeye devam etti. Kendime onun gözlerinden bakınca, arkasında sırt çantası ile paspasın üzerinde şapşal şapşal dikilen bu orta yaşlı adamın niyetini çözemedim. Evde annesi uyurken nereye gidiyordu? Neden almıştı koca çantayı yanına? Hadi almayı bırak, içine çamaşırları, çorapları, gömlekleri, hep gider-miş gibi yapmak için mi doldurmuştu? Cevabını duymak istemediğim soruları sormaktan vazgeçip merdivenlere doğru yöneldim. Yine de bir kulağım kapıdaydı. İçeriden bir tıkırtı, bir çağrı, adımın seslenişini duymak istedim. Belki de istemedim, duyarsam gidemezdim çünkü. Yine de kendimi rahatlatmak için uzun uzun dinledim apartmanın içini. Her kapının ardından usul usul sızan sesleri duydum ama hiçbiri benim duymak istediğim o ses değildi. Belki de düştü bütün bu yaşananlar. Belki de şimdi uyanmıştım derin uykumdan. Bu kez, biraz daha emin adımlarla merdivenlerden inmeye başladım. İndikçe özgürleştiğimi hissediyordum. Nasıl oluyordu bilmiyorum ama indikçe daha çok yukarılara çıkıyor, yükseliyor, nefes alıyordum. Sokak kapısının önüne geldiğimde, bir bulut denizine atlar gibi çıktım dışarı. Mavi-beyaz bulutların arasında yürürken, denizin, toprağın, ağaçların, yeni yerlerin, yeni insanların, yeni bir hayatın kokusunu alabiliyordum. Derken, burnuma tanıdık bir koku daha geldi. Köşedeki ekmek fırınından, taze çıkmış ekmeğin kokusu. Baktım, hayatının baharındaki velet, neşeli çöp poşetini atmış, taze ekmeğin köşesini yiye yiye eve geliyor. Beni görünce, bu kez ne yapacağını bilemez bir halde gülümsedi. Tam yanımdan geçerken, “Ekmek çıkmış?” dedim.
“Evet Selçuk Abi, çok sıcak valla, tam kahvaltılık.” Sonra çekine çekine ekledi “Tam Keriman Teyze’nin sevdiği gibi değil mi?” Bir şeyler mi ima ediyorsun velet.
“Tastamam öyle. Ben de ona ekmek almaya çıkmıştım zaten.”
Sanki yüzü gevşedi. Çantama kasıtlı olarak bakmamaya çalışarak, “Selam söyleyin, ellerinden öpüyorum.” Dedi.
Şimdi eve dönerim ben de dedim kendime. Çayı koyar, o demlenene kadar annemi kaldırır, temizler, sofraya oturturum. Genç komşunun sana selamı var derim, sevinir. Sana sıcak ekmek aldım derim, daha da çok sevinir. Birlikte kayısı reçeli yerken eskileri yad eder, güleriz. Akşam olunca, bugün aldığım kuruyemişleri, minik gofretleri ve meyveleri çıkarırım ortaya, televizyon seyrederken yeriz. Belki bir gün bizim de neşeli çöplerimiz olur kim bilir, hayatımızın son baharını güzelleştiren. Sahanlıktaki pencereyi de kapatmalı bir ara. Estikçe dağıtıyor ortalığı.