Eller ve Elalem Ne Der
Kâğıt bulabilmek için sürekli birilerine yalvarmaktan bıkmıştı. Bulduğu kağıtlar da bir tarafı dolu uyduruk A4’lerdi. Babasından bir kere ressamların çizdiği defterlerden almak için para istedi de ağzının payını aldı. Halbuki maddi durumları oldukça iyiydi. Son yıllarda ortaya çıkan betonarme modasından nemalanan müteahhit bozuntularından biriydi. El iyisi etrafa saçar evdekilere gelince kemer sıkmaktan bahsederdi. Gerçi annesinin kolları burma bilezik doluydu. Babasının derdi kız kısmı okuyup, yazıp, çizip ne yapacak. İlla bir şeyler yapmak istiyorsa, dantelini işlesin, çeyizini yapsın, hayırlı kısmetini beklesin derdi. Zaten öyle okumuş yazmış kızlar kolay kolay koca bulamazdı. Annesinin de düşünce olarak babasından arta kalan yanı yoktu ya. Veli toplantısında resim hocası yalvarmıştı annesine. “Kızınızın büyük yeteneği var. Harcanmasın. Akademi sınavlarına sokalım.” diye ama nafile. Annesi için öyle resim yapmak, hele hele bunun için okullara gitmek neredeyse orospulukla eş değerdi. “Babası duysa kemiklerimizi kırar, sizde çocuğun kafasını böyle gereksiz şeylerle doldurmayın.” dedi öğretmene. Annesinin bunları demiş olması Nihal için hiçbir şey ifade etmiyordu. O, içindeki çizme aşkından bir türlü vazgeçemiyordu. Hiçbir resim malzemesi alamadığı için kara kalem çalışıyordu. Ödevim var deyip, ders çalışma bahanesine kütüphaneye gidip saatlerce Kız Kulesi, Topkapı Sarayı ve Galata Kulesi resimleri yapıyordu. Bunlar onu tatmin etmemeye başladı. Uzuvları çizmek istiyordu. Ama özellikle de eller. Hocasının verdiği kitapları tabiri caiz ise yaladı yuttu. O da yetmedi. Tıp fakültesinin kütüphanesindeki anatomi atlaslarını inceledi. Kas yapıları, fonksiyonlarını öğrendi.
El âlem için değil de kendisi için yaşamaya ne zaman başlayacağını düşünürken sadece misafir geldiğinde açılan salondaki annesinin sesi ile kendine geldi. Anlaşıldığı üzere yine görücülerden biri gelecekti bugün. Bu sefer ki mühendismiş. Çok da iyi para kazanıyormuş. Öyle kendininki gibi kaynana ile oturma derdi de yokmuş. Ayrı ev açacakmış da mış mış. Annesi motor takmış gibi durmadan anlatıyordu. Ben okuyacağım, evlenmeyeceğim gibi bir seçenek olmadığı için. Kafasında plan yaptı. Bu kısmet onun kurtuluşu olabilirdi. Okumuş etmiş, koskoca mühendis olmuş bir adam. Evdeki örümcek beyinlilerden çok daha iyiydi. Annesine bir şartı olduğunu söyledi. Tamam, görücü gelsinler ama bir iki kez de olsa çay bahçesine gidip biraz tanımak istiyordu. Annesi şaşırdı. Yine de tamam dedi. Bu da bir gelişmeydi. Görücüler geldi mühendis çocuğun eli yüzü gibi fikirlerinin de düzgün olduğunu gördü. Bu dipsiz kuyudan çıkmak için bir ışık gördü. Bir iki kez küçük kardeşinin namus bekçiliği eşliğinde görüştüler. Yine de ona resim sevdasından bahsetmek için erken olduğunu düşündü. Önce bu hapishaneden kurtulmalıydı. Sonrasına bakacaktı. Bu arada hocası jürisinde ülkenin en iyi sanatçılarının olduğu bir yarışmadan bahsetti. Hem korkuyor hem de yarışmaya katılmak istiyordu. Çok ümitli değildi ama hocasının hatırı için katılacaktı. Bir yandan nişan hazırlıkları devam ediyor bir yandan da deli gibi çiziyordu. İstediği gibi bir şey elde edemiyordu. Babası kesenin ağzını açmıştı. Nişan bohçası için verdiği paradan arttırıp kendine doğru düzgün kalemler ve resim defteri aldı. Sonunda istediği gibi bir resim yapmıştı. Resim hayatına giren elleri, el âlemleri, el âlem ne derleri, en önemlisi de hayatını yaşatmayan karabasanların ellerini temsil ediyordu. Hocası yarışmaya yolladı. Ama bir ses seda çıkmadı bu arada. Evi tutuldu. Döşendi. Bir erkeğin ne kadar kibar ve anlayışlı olabileceğini nişanlısında gördü. Düğününe bir hafta kala, tam da kına için ailecek kuruyemişleri paketliyorlardı, o uğursuz kapı çaldığında. Tam kapıyı açacakken babası kalkma ben açarım bak işine dedi. Postacı Nihal’in adını söyledi. Ben babasıyım kendisi içeride ben alayım, dedi. Postacının elinden aldığı zarfı yırtarcasına açtı.
“Sayın Nihal Gözler, yarışmamıza gönderdiğiniz eller adlı eseriniz jürimiz tarafından birinciliğe layık görülmüştür. Ödül törenimiz 29 Ağustos’ta Atatürk Kültür Merkezi büyük salonda gerçekleşecektir. Törenimizi onurlandırmanızı bekliyoruz.”
Eğer insanın beyninden bir ateş çıkma diye bir şey var ise tam da bu andı. Babası bir hışımla oturma odasına girdi, yerde kuruyemişler ile uğraşan kızını sürüklemeye başladı. Leblebiler birer kar tanesi gibi her yere saçılırken adam da kızını tekmelemeye başlamıştı. Dünya durdu. Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Adam bir yandan kızına vururken bir yandan da elindeki kâğıdı gözüne gözüne sallıyordu. Annesi “Yeter bey öldüreceksin kızı, yapmış bir cahillik. Şurada düğüne ne kaldı. El âlem ne der? Evlenince aklı başına gelir. Gelmez ise de kocası uğraşır.” diye yalvarıyordu. Adam bir kere zembereğinden boşalmıştı. Kimseyi duyacak durumda değildi. Boş bir çuval gibi kızını bırakıverdi. Derin derin nefes aldı. Bir hışımla mutfağa gitti. Kapının arkasındaki merdaneyi aldı. Tekrar kızının yanına döndü. Bakışları bir insana ait değildi sanki. Bu ellerle mi yaptın o resmi deyip hışımla merdaneyi kızın ellerine vurmaya başladı. Araya karısı ve oğlu girene kadar vurdu, vurdu. Sonra da kapıyı çekip çıktı. Nihal üç ay hastanede yattı. Vücudunun yaraları kırıkları anca iyileşti. Ama kalbinin kırıkları asla. Fizik tedavi süreci sonunda yeniden yürümeyi öğrendi. Sol elini kullanmaya başladı. Sağ elini de dili gibi sonsuza dek kullanamadı. O artık hem çolak hem de gönüllü suskundu. Artık el âlem ne der derdi kalmamıştı.