Fadigül'ün Nuru
Daha yeni altısına varmıştı. İki kara belik, iki kara gözünün yanından, kulaklarının ardından göğsüne iniverirdi. Her sabah babaannesi örerdi güzelim saç örgülerini. Ara sıra da gaz yağı sürerdi. Bitlenmezmiş o zaman. Bugün atkuyruğu yapsan nene dese de dinlemezdi onu. Kız kısmının saçı da gözü de önünde olur derdi. Fadigül’ün canı sıkılırdı ama bir şey diyemezdi. O da gider Karakaçan’ın kuyruğunu örerdi. Bak ne güzel oldun, nenem de bana böyle örse deyip gülerdi. Pek severlerdi birbirlerini iki kara gözlü. Babası bindirdi miydi tepesine, deh derdi Fadigül, deh, küçücük ağzından çıkan kocaman sesiyle. Karakaçan da onu severdi. Fadigül semerine binince, bir aaaaaiiiiiiii derdi ki anası hah bizim kız yine eşek tepesinde der, gülerdi.
Bir Karakaçanı çok severdi Fadigül, bir de köy meydanında arkadaşlarıyla bağrış çağrış, koşturup oynamayı. Haa, bir de topaç çevirmeyi. Erkek misin kızım sen, bırak şu topacı dese de anası, nenesi, o yine de gizlice çevirirdi, en çok döndürene kadar.
Bahar yeni gelmiş, her yer çiçeklerle bezenmişti. Fadikız çok severdi kır bayır dolanmayı, papatyalardan taç yapmayı. O gün babası ormana gidecekti, odun toplamaya. Ben de geleyim, diye tutturdu. Kızım nasıl yürüyeceksin onca yolu dediyse de Fadigül, Karakaçan taşır beni, dönerken de yokuş aşağı salınıveririm, yorulmam deyip, allem etti, kallem etti, babasını razı etti.
Kuruldu keyifle Karakaçan’ın semerine; deh dedi, deh, iki küçük ayağını usulca vurup gövdesine. Sıkı tutun, dedi babası. Yapıştı küçücük elleriyle semere. Şarkı, türkü çığıra çığıra, düştüler yola. Irmak kenarında mola verdiler. Salkım söğüt altında hem onlar dinlendi hem de Karakaçan. Akan sulardan içti minik elleriyle. Karakaçan'a da içirdi. Açtılar azıklarını, yaydılar mendillerini. Mis gibi tulum peyniri, yanında nenesinin köy ekmeği, gizliden de bir kola... Sırdı babasıyla aralarında. Anası izin vermiyordu. Bütün arkadaşları içerken o canı çekerek bakıyordu hep. Hadi dedi babası, hadi akşam oluveriyor çabucak. Daha odun toplanacak. Neşeyle tekrar bindi Fadigül Karakaçan'a, başladılar yol almaya, gözlerine güneş kaçıyordu.
Bir vızıltı yükseldi aniden gökyüzünde. Fadigül kafasını kaldırdı ki kara bir kovan yukarı kaçmıştı sanki. Burula burula, son hızla onlara doğru ilerliyordu. Sesi duyan Karakaçan’ın ödü patlamıştı uğultudan. O korkuyla başladı kaçmaya. Fadigül sıkı sıkı tutundu. Semerin üstünde bir o yana, bir bu yana, ha düştüm, ha düşeceğim gidiyorlardı. Arılar da ense köklerinde... Babası bağırıyordu artlarından çüş Karakaçan, durdur kızım şunu diye ama yetişemiyordu bir türlü.
Karakaçan korkudan delirmişti adeta. Bir yandan ai ai, diye bağırıyor, kuyruğunu sallıyor, bir yandan da dönmüş, yokuş aşağı kaçmaya çabalıyordu. En nihayetinde ayağı önündeki kayaya takılıp tökezleyince, hep birlikte uçuverdiler her biri bir yana, o hızla...
Babası nefes nefese yetişti. Fadigül küçücük gövdesiyle yerde yatakalmıştı. Dinledi. Çok şükür nefesi vardı. Hemen kucakladı, minik Fadigül baygındı. Etrafa bakındı, Karakaçan'ı göremedi. Hızla köye doğru koşmaya başladı. Allah’tan, yarı yolda traktörün birine rastgeldi de bir solukta vardılar köye.
Anası, nenesi şaşkınlıktan donup kalmıştı. Babası hemen sedire yatırdı. Annesi durmadan adını bağırıyordu. Babası, yüzüne su savurunca, damlacıklar değer değmez Fadigül, gözlerini yavaşça açtı. Herkesin yüzü güldü. Çok şükür yaşıyordu. Anacığı hemen sarıldı yavrusuna. Ama Fadigül feryat figan bağırdı. Baktılar ki kolu... Hemen sıyırmaya kalktılar ama Fadigül çığlık çığlığaydı. Olmayınca kesip attılar elbisenin kolunu. Fadigül’ün kolu dirsekten aşağıya boşlukta sallanıyordu. Kırılmıştı belli ki. Hemen dedi neneleri, hemen Naciye kadını bulun getirin. Anası olmaz dedi, doktor lazım. Nenesi nerede bulacaksın şimdi doktor, şehre yetene değin akşam olur, çocuk acısından ölür, deyince, babası fırlayıp gitti.
Naciye kadın bir güzel çıtaladı Fadigül’ün kolunu. Sakın ha, kımıldatmayasın dedi. Çocuk tabii! Biraz biraz kımıldandı. Sonra gün geçtikçe kolu karardı. Anası, yeter artık doktora gidiyoruz, dedi. Köylerinde kola vardı, doktor yoktu. Şehre vardılar iki günde. Ne çare ki kol kesilecekti dirsek altından. Yoksa dediler, yoksa gider çocuğunuz kangrenden.
İlk, kolu yalnız kaldı Fadigül’ün dirseğinden aşağısının yokluğunda. Sonra tüm bedeni ve kalbi… Yapayalnızdı, onca arkadaşının arasında onlarda olan ama onda olmayanın yokluğuyla. Dalamıyordu artık bağrış, çağrış oyunlara. Dönmüyordu topaçlar ipi çekip atamayınca. Kolayı da açamıyordu başlarda. Yazı ise zor bela oluyordu solla ama azimliydi Fadigül; kargacık, burgacık olsa da becermişti sonunda. Olup olacağı da o kadardı işte!
Fadigülüm’ün koluna ben sebep oldum diye nenesi çok dertlendi. Ah cahil kafam ah, diyordu. Yedi, bitirdi kendini yataklara düşünceye dek. Hâlbuki ne yiğit kadındı. Ana babası tarlaya gidende koca evi o yaşında çekip çevirir, bir de Fadigül’e annelik ederdi. Oyalarıyla meşhurdu köyde. Kocası Kore Savaşı’na gidip de dönmeyince, Hasan’ının hasreti oyalarına vurdu derlerdi, Dudu kadın için. Acısı gibi iri iri, koca koca oyalar örerdi. Nasıl yapıyon Dudu bacı dediklerinde, Hasanım’ın yokluğu yalnız kodu beni. Yalnızlığımı dokurum ilmek ilmek. Dalınca Hasanım’a, ben de anlamam ki nasıl çıkar bunlar. Bir de bakmışsın ki bitivermiş, üzüm gözlümün gözü gibi taneler oyalamışım, deyip çıkıverirdi işin içinden.
Artık, Fadigül için sokakta oyun oynamak en tatlı çocukluk anılarından biriydi. Nenesine de üzülüyordu. Bak nene, en iyi arkadaşım bir sen kaldın, koma beni yalnızlığımla bir başıma, topla artık kendini dese de pek fayda etmiyordu. Bir gün nenesi, kız Fadigül, bak aklıma ne geldi. Gel sana iğne oyası öğreteyim. Ben gidince şanımı sürdürürsün, ha, ne dersin, deyince, Fadigül çok üzüldü. Acı bir gülümsemeyle, dalga mı geçiyon ya nene, hangi elle yapcam ben o dediğini, deyip susuverdi. Dudu kadının bir an yüzü kararsa da vazgeçmedi. Yaman kadındı. Tek elle de olur kız dedi, hele kap gel sen şu işliğimi.
Nenesi canlanmıştı bir nebze. Doğrulup oturdu yatağın içinde. Başladı ilmeklemeye. Bak dedi, iyi bak, iğneni böyle güzel atacan, bi de güzel çekecen ki oyan sıkı olsun, dolgun dursun. Şimdi hem gözünü hem kulağını dört aç... Kimselere söylemedim daha önce; bana ne, di mi, ya? Onlara mı vereceedim oyamın sırrını, göz göre göre. Bakıp görselerdi hele. Hasanım’ı düşünürken bilemeyon, çıkıveriyo işte deyip geçiştiriverdim hepsiciğini... Bak böyle dört tarafını da işleyicin ki daha bi zarif olsun.
Fadigül, on ikisine vardığında, ustası olup çıkmıştı iğne oyalarının. Sol eliyle ilmekleri atıyor, sağ kolunun kalan uzantısıyla da ipi tutuyordu aynen nenesinin gösterdiği gibi sıkı sıkıya. Nenesi gözlerini yummuştu ama içi rahat göçmüştü öte dünyaya. Fadisi’nin iğne oyalarındaki mahareti yüreğine su serpmişti. Artık ölsem de gam yemem diyordu son zamanlarında, oyalarım umut olacak Fadi kızıma.
Koca bir ömrü düşününce daha altısında öyle bir yük binmişti ki Fadigül’ün üstüne, daha o yaşta umutsuzluğun en derin kederine kapılmıştı. Lakin bu kederi oyalarına döke döke, büyüttü, var etti kendini, nenesi gidince.
Hiç evlenmedi. Kederini sabırla oyaladı, iğneden çıkardı ekmeğini. Dudu nenesinin bayrağını devraldı. Zamanla ünü aldı yürüdü. “Altın elli” diyorlardı artık ona, tıpkı altın kalbi gibi. Hazin hikâyesini anlatıyordu, herkese: Namrun’da bile olsanız, umut, azim, inanç ve sabırla arkadaş olabilirsiniz yalnızlığınızla... Ben, sıkıntılarımı iğne oyasıyla unuttum, yalnızlığımı sabırla oyaladım, engelleri azimle aştım. Umudumu hiç kaybetmedim. Kendi geçimimi kendim sağladım. Tek kolumla ayaklarımın üstünde durmayı başarıyorum. Dile kolay, kırk beş yıldır iğne oyası yapıyorum. Her bir ilmeğinde elimin, gözümün, yoksunluğumun nuru var bu değerli sanatın; nenemden yadigâr. Bakın, "Kültür ve Turizm Bakanlığı Geleneksel Türk El Sanatları Sanatkârı" kartım bile var şimdi, diye de gösteriyordu, gururla...
Hiç çeyizi olmamıştı ama çeyiz sandıklarının baş tacı olmuştu.