Faustian

O akşam, yemeğimizi yedik. Unutmaktan korktuğum gülüşlerimizin donduğu akşam. Daimi hatırlatıyorum kendime. İyi ki çok gülmüşüz. Ne güzelmişiz. Annemin “Kızlaar, ben geldim. Neredesiniz?” der demez yanımızda belirmesi. “Babanız da geldi gelecek. Bugün çook büyük bir ameliyat yaptı. Yorgun. Çok yormayın sorularınızla.” Ah, o ses tonu! Hasretim. Şimdilerde gülmelerimizi hayal etmek en büyük mutluluk benim için. Babamın her akşam hasta kontrolü yapar gibi bizi incelemesine ne kızardık. “Bugününüz nasıl geçti, keyfiniz nasıl, moraliniz iyi mi?” Doktor olmasına doktor da bize de hastası gibi bakması çok derin meselelermiş. (Ah büyükler, çocuklarına anlatamadıkları yangınları!)

Bizim ülkemizde normaldi; endişe, korku, tel örgüler. Biz doğduğumuzdan itibaren damarlarımızda kırmızı sınır çizgisi ile doğmuşuz. Büyüdükçe nedenlerini anladım. Yazarken çok kolay yazıyorum bu kırmızı çizgileri. Oysa mayın tarlasında yaşamayı beceremeyenlerin kaderini görerek soluk alıp vermemin, bedeni kaskatı hâle getiren tuhaf duyguyu anlatabilmenin küstahlığı bu bendeki. Düşünün ben bile kendimi küstah buluyorum. İşte o kadar ağır acılar. Hikâyemi kutsal topraklara bir borç olarak yazıyorum. Sağ kalmamın yoksa ne sebebi olabilir.

Şeytansıların ülkesinde 2028 yılındayız… Oysa o akşam, ilkokul hocasına ödevini en güzel şekilde yapmaya çalışan bir kız çocuğu ve bir yaş büyük ablaydım. Şanslı mıyım? Onlar mı şanslı? Yaşıyorlar mı? Fotoğraflarda kafasını bana yaslamış, gülümsüyor. Babam ve annem bize doğru eğilmişler, gözleri kadrajda. Annem tüm dişlerini göstererek gülüyor. Babam endişeli, zoraki gülümsüyormuş gibi buradan bakınca ( ülke olayları ile de ilgiliymiş, gizliden). Ağlama duvarının, Kudüs’ün,  Mescid-i Aksa’nın sık sık adının geçtiği yuvamız… Sıcak bir fotoğraf. Kardeşimin altıncı yaş günü. Kendi ülkemizde, kırmızı çizgiler boyunca yaşayan biz “Ne güzelmişiz. Kardeşim bağırdı mı acaba? Her neyse. Duymamak benim şansım.”. Şeytansıların hükmettiği şekilde nefes almayı normal sayan çocukluk fotoğrafım dünyada yaşadığımızın kanıtı. Göğsüme bastırıyorum. Elim acıyor. Kalbim… Şeytansıların sebep olduğu harabelerden kırmızı sınır çizgilerinin ötesine uçuyorum… Şans mı? Yaşamak. Londra’da kuzenimin kasvetli evindeyim… Kaçamıyorum. Hem orada yaşıyorum hem orada ölüyorum. Bu kadar kopuk, tek tek karelerden oluşan hatırladıklarımı nasıl anlatabilirim? Sinema… Misal, şöyle başlasam… Ben başlayayım. O, akar. Tutamam, tutmak da istemem. İhanet olur bir kez daha.

“Harabe, ağlayarak yürüyen bir adam değil de korkudan kalp krizi geçiren bir çocuk, yıkıntılar üzerinde ve bebek ağlaması, tüm kulakları sağır eden, bulunamayan. Sonsuza kadar ağlayan…” Belki de ben bunu duyurmak için hayatta kaldım. Belki de ben… Eveet! Evet! Yapmalıyım. Şeytansılara rağmen.

“Kutsal şehirlerinden birinde şeytansılar yangın çıkardılar. Cehennem çukurları kazdılar yüreklerde. Her yeri aydınlattılar, ölüleri daha rahat saymak için. Doğmamış bebekleri de dünyaya gelmeden… Cehennem çukurunun sınırlar ötesine yayılan ateşinin rengi, bazı sınırlarda “barış ateşi rengi” olarak tanıtıldı.

Karanlık bir mağarayı andıran ağızlarından zehir akıtan şeytansıların gözlerindeki zevk ve gurur, her patlamadan sonra büyüyordu. Picasso’nun resimleri, insan bedenlerinin ateş sonrası durumunu tahayyül ettiremezdi.

Ateş saniyede bir tüm dünyayı dolaşıp kutsal topraklara dönüyordu.

“İşte evlat!”

“Çocuklar titriyordu, bakıyorlardı, görmüyorlardı. Onların gördüklerini hiçbir sinema anlatamaz. Biliyor musun? Anneleri tanıyamazdı!  Ateş var ya ateş! Nasıl değiştiriyor yüzleri? Korku, nasıl somut duruyor çocukların üzerinde.

Nasıl?

Çok kirli bir kıyafet gibi! Çıkarıp yıkamak istiyor insan.  Hemen kucaklamak, ısıtmak kalbine almak istiyor.

Çocuklar mis gibi kokmalıydı. Koruyamadık. Tüm dünya, bir çocuğun bedeninde küçüldü. Çocuklara yeşil bahçeler yapmak… Üzerinde tepinsinler isterdim.

Korku,  korkudan titreyen çocuğun bedeni oldu. Korkuyu tutabiliyorsun elinde düşünsene (ses titrer).

Korku büyüdü, yürüdü,  ilerledi, cesaret oldu. Atladı ateşe, korkanı kurtardı (heybetli, kendini durduramayan bir tonlama).

Şeytansı durmuyordu evlat, durmuyordu! Bir makine gibi ilerliyordu. Onların korkusu başkaydı evlat! Onlar var ya şeytansılar! Korkuları anlaşılmasın diye çıkardılar, o ateşleri (bir çırpıda söylenen sözler, kızgınlıkla).

Evlat! Zenginlik çok görkemliydi. Şeytansılar çok severdi. Varoluşsal sebeplerine sahip çıkamadıklarında baş edecek insani özellikleri yoktu. Spot ışıklarının altında yüzleri, gözleri güneş olurdu. Kıyafetleri çok güzeldi evlat! Her birinin bir adı vardı.

İnsansılara insan olmanın erdemlerini anlattıklarında, o titreyen çocuk gelir kalbime yumruk gibi oturur. Ağırlaşırım. Kapanırım. Yok olurum ( gittikçe zayıflayan, yok olan ton).

Şeytansılar, insanların zaaflarını bilirlerdi. Güç-para, güç-para… Hipnoz oldu insansılar, bu döngü çığ oldu...  İnsansılar, çığın içinde görünmez oldular. Görünen iskeletler, çizilmiş kaşlar… İşte öyle.  Anla, konuşturma daha fazla!

“Kestik.”

“Tekrar!”

Duyguyu verene kadar bu sahnedeyiz.

 

 

 


İlginizi Çekebilir

Güneş ve Leylekler

Ayşe Özge OĞUZ

Trafik Cezası

Nehir KUZU

Defter

Ayşenur KARABACAK