Satır Sonu
Beril çoktandır hazırlandığı son yolculuğuna çıkmak üzere saten çarşaflarla kaplı yatağına sırtüstü uzandı. Yere düşen bir jiletten çıkan çın sesi… Parke zemine damlamakta olan kan, onu bu hayattan saniye saniye uzaklaştırıyordu. Pıt pıt pıt…
Bedeni bu dünyadan ayrılıyor olsa da o çoktan ölümsüzlüğü keşfetmişti yazdığı az ve öz kitabıyla. Bu aleme anlatmak istediklerini anlatmış, anlatmaktan yorulduğunda da yarım kalan hikayelerini raflara kaldırıp geri sayımını başlatmıştı. Gözleri kapalı, yeni hayatına kendi yazdığı sonla ilerlemekteyti şimdi. İlk önce bedeninin hangi parçası bu zaman diliminden kopup gidecekti? Damarları mı? Hafızası mı yoksa kalbi mi? Keşke bu deneyimini okurlarıyla da paylaşabilmesinin bir yolu olsaydı. Ona özel nadir bir avuç okuyucusuyla…
Vücudunda azalan kan sebebiyle nefes alışları hızlanırken zihni de bulanıklaşmaya başlıyordu. Sarhoşluk gibi… Sisli bir gökyüzü gibi… Yan gözle, yatağının ucunda görebildiği siyah gölge, gözlerini dikmiş Pembe Kılıç’ın son dakikalarını üzüntü ve göz yaşlarıyla izliyordu. Yıllar önce el sıkıştığı gölgeyi göreceği son dakikardı bunlar. Sonrasında karanlıktan aydınlığa, ılık bir serüven başlayacaktı.
Biri kapıyı mı yumrukluyor? Yoksa zihni ona film şeridinden seçtiği eski püskü anılarından mı sunuyordu? Belli belirsiz bir “Ceren” ismi duydu. Gölge de duydu ismi, gözleri çakmak çakmaktı. Beril gözlerini açık tutmaya çalıştıkça, göz kapakları daha da ağırlaşıyordu. Ceren de kim?
Ceren uzun uzun çaldığı zile yanıt bulamayınca kapıyı var gücüyle yumruklamaya başlamıştı. Yalvararak: “Beril! Lütfen aç kapıyı! Ceren ben. Beni tanımıyorsun ama konuşacaklarımız var. Sana anlatmam gerekenler var. Lütfen! Sen benim son şansımsın. Beni dinlemen gerekiyor. Bu hikayenin sonunu değiştirmen gerekiyor. Lütfen! Aç kapıyı. Aç.” Gücü tükeniyordu kapıyı yumruklamaktan. İçeriden sızan ışığı görebiliyordu ama hiç ses yoktu. Sanki saklanıyordu içerideki.
Beril çocukluk yıllarında söz vermişti kendine. Bir gün çok satan kitapların sevilen, beğenilen yazarı olacaktı. Çok çalışmıştı. Günlerce eve kapanıp yazılar yazardı.Annesine gösterirdi yazılarını önce. Annesi beğenmezdi. Beril yazdıklarını yırtar, sonra yenilerini yazardı.Birkaç kitabı yayımlandı zamanında, kendi ismiyle. Öğretmenlik yaptığı kolejden kazandığını kitaplarına harcıyordu. Yazıları hiçbir zaman istediği kadar iyi olmamıştı daha doğrusu annesinin istediği kadar iyi. Annesi artık yanında olmasa da bu histen bir türlü kurtulamıyordu.Daha iyisi olmalıydı… Geceler boyunca hikayeler yazardı. Bilgisayarının ışığı hiç sönmezdi.İşte bu uykusuz kaldığı gecelerden birinde hayatına girmişti siyah gölge. Önceleri hiç konuşmadan usulca yanına yaklaşır kemikli parmaklarıyla başını okşardı Beril’in. Sıktığı tüm kasları gevşer, huzurlu bir uykuya dalardı sonrasında Beril. Uyandığında gördüğü rüyadan önce ürperir sonra da huzurlu uykusu için bu siyah gölgeye duyduğu minnettarlıkla yazılarının başına dönerdi.
Ceren, Beril’in ‘Kırık Kanat’ kitabını arkadaşı Hazal’ın tavsiyesiyle okumuştu.
“Kızım. Şu kitabı mutlaka okumalısın, inanamayacaksın! Senle Cihan’ın hikayesi bu. Tıpkısının aynısı, Baştan sona….”
“Nereden buldun bunu, şoktayım! Hadi hikaye klasik, ilk aşk, kırık kalp hikayesi diyelim, gittiğimiz mekanlar bile aynı. Tanıştığımız kantin, Cihan’ın buz gibi veda mesajı bile aynı…”
Kitaptaki bu denli detayı kendi hayatında yaşamış olması bir tesadüf müydü? Cevabı Beril’in diğer kitaplarında arayacaktı.
Gecelerce, rüya sandığı siyah gölgesi artık gündüz gece demeden Beril’in yanında belirmeye başlamıştı. Karşısına geçer şevkatli gözlerle Beril’i izlerdi. Bir zaman sonra ortak hisleri paylaşmaya başladıkça karşılıklı konuşmaya da başlamışlardı.
“Daha iyilerini yazmalıyım.”
“Yazacaksın.”
“Annem beğenmez ki.”
“Annenin beğeneceği yazılar yazacaksın, ben de sana yardım edeceğim.”
“Annem bu dünyadan göçtü gitti. nasıl beğenecek.”
“Ben anlatacağım ona, kelimesi kelimesine yazdıklarını. Seninle gurur duyacak.Ben söyleyeceğim sen yazacaksın, kendi isminle olmaz. Yeni bir kimlik yaratacağız sana. Annen bayılacak.Seni en sevdiğin pembe battaniyenin içinde sallardı. Yeni ismin Pembe Kılıç olsun. Hem pembe hem de keskinsin artık.”
Ceren, yayınlarına aşina olmadığı Melon Yayınevi’nden çıkan kitapları bulmakta çok zorlanmıştı. Bu garip tesadüf Ceren’i karanlık kuytularına şiddetle çekmişti. Bulabildiği tüm kitapları soluksuz okumuştu. ‘Masalların Dili’, ‘Efendinin Uşağı’ hepsi… Hepsinde kahraman ta kendisiydi. Başka başka adlar almış olsa da… İlkinde okul yıllarındaki hazin sonlu ilk aşk hikayesinin mimarı Cihan’ı bulmuşken bir diğerinde küçükken sarkastik abisinin, üzerinde yarattığı travmaları yeniden yaşamıştı. Başka bir tanesinde de hayatının daha yakın döneminden bir hikaye; daha karnındayken kaybettiği bebeği, sonrasında eski eşiyle yaşadığı hatrı sayılır kavgaları okumuştu inanamayarak. Bebeğinden annesine yazılan küçük not da günlerce sinir krizi geçirmesine sebep olmuştu. “Üzülme! Ben iyiyim.”
Bu durum artık bir tesadüf olmaktan çıkmış başka bir boyut kazanmıştı. Yazarla mutlaka tanışmalı, neler olduğunu öğrenmeliydi. Anlayamıyordu… Lanet olasıca Pembe Kılıç’ı bulmak neredeyse imkansızdı. Bu mahlastan yazara ulaşamıyordu. Yayınevi de kapanmıştı. Sanki bir film serisi çekilmiş; çekimler bittikten sonra da bütün plato, ekip toparlanıp sırra kadem basmıştı. Ceren ise çorak toprağın üzerinde tek başına, ne yapacağı meçhul, merakını gömmek zorunda kalmıştı oracıkta ta ki eski eşi Haluk’tan ölüm tehditleri alamaya başlayana kadar. Cezası bitmişti demek!
Beril ilham kaynağıyla beraber yeni hikayeler yazmaya, yayımlamaya devam ediyordu.Mahlası ona uğur getirmişti. Yeni bir yayıneviyle anlaşmıştı. Eskiden çıkardığı kitaplardan daha çok baskı satmaya başlamıştı. Yine de yazdığı hiçbir hikayeyi beğenmiyordu. Her ne kadar tarzı tamamen değişmiş, kalemi güçlenmiş olsa da hem beslendiği kaynak gittikçe ağır geliyor hem de asla annesinin seveceği kadar iyi bir hikaye yazabileceğine inanmıyordu. Sadece gölgenin şevkatine sığınıyordu.
Ceren’in geçmişi Pembe Kılıç’ın kitaplarında anlamadığı bir şekilde yazıldıysa Haluk’la ilgili şu anda yaşadıkları da bir yerlerde yazılı olmalıydı. Yazarın tüm kitaplarını okumuş ama bu konuya rastlamamıştı. Tamamlanmamış bir hikaye daha olmalıydı…
Haluk, Ceren’i unutamamış, Ceren’in yeni hayatını kabusa çevirmeye ant içmişti. Nasıl olur da sebepsiz bir ayrılıktan sonra Ceren mutlu mesut yaşamaya devam edebilirdi. Ona göre ayrılık sebepsizdi, herkesin gerçirdiği buhranlı bir dönemi olabilirdi. Bunu hazmedemiyor ve Ceren’i sürekli rahatsız ediyordu. “Yeniden deneyelim, yeniden bir aile olalım.” İş çıkışlarına geliyor, geceleri mesajlar atıyordu. Başlardaki özlem, pişmanlık dolu mesajlar yerini tehditlere bırakmıştı. “Bana dönmezsen seni öldürürüm!”
Ceren, bütün Pembe Kılıç kitaplarını tekrar tekrar okudu. Bir yerlerde mutlaka yazara ait bir ipucu, bir gönderme, bir şeyler olmalıydı. Haluk’un gün geçtikçe çirkefleşen tavırları korkutucu olmaya başlamıştı. Bazen arkasında siyah bir gölge hissediyor, geceleri korkudan uyuyamıyordu ve zamanının daraldığını hissediyordu. Psikopat Haluk’un gözü döndüğünde neler yapabildiğini de hamileyken karnına yediği tekmeyi de gayet iyi hatırlıyordu.
Sonunda aradığı ipucunu, yüzlerce kelimenin arasından bulup çıkardı. Beril Tanülkü! İlk kitabında, Cihan’la gittiği kitapçıda kasiyerle hoşbeş eden yazar…
Şimdiyse Beril’in kapısında, kan ter içinde yalvarıyordu. “Beril lütfen dinle beni! Nasıl oldu bilmiyorum ama romanlarındaki kahraman benim. Beni öldürecekler. Haluk’un hikayesini değiştirmen lazım acilen! Yalvarıyorum aç kapıyı.”
Bu sırada Beril, annesi için yazamadığı o mükemmel hikaye yüzünden hissettiği ve artık tahammül edemediği eksiklik duygusyla takati kalmamış şekilde son nefesini verirken kusurlarından arınıyordu. Sayfalar yağıyordu kapalı gözlerinden aşağıya. Sayfalar… Sayfalarca yazılar, bilgisayar tuşları… Saçları uçuşuyordu. Hava kararıyordu. Bütün bedeni sayfalarla kaplanmıştı. Tamamlanmış ve tamamlanmamış romanlarının kahramanları saygı duruşunda yaratıcılarının yasını tutuyorlardı tepesinde dikilmiş…
Beril’in siyah gölgesi ne kadar karanlık ve korkutucu gözükse de gölge yalnızca bir zaman yolcusuydu. Gelecek, ne Beril’in yazdığı romanlarla şekilleniyor ne de değiştirilebiliyordu. Beril’in gerçek ve güçlü yaşanmış hikayelere ihtiyacı vardı tıpkı Ceren’in hayatı gibi. Ceren’in ismini hiçbir kitapta kullanmamış, Beril’in kitaplarını, mahlasla yazmasını sağlamıştı. Böylelikle bu iki hayat, birbirinden habersiz yaşanmaya devam edebilecekti. Gözünden kaçan tek şey Beril’in bir kitabında, bir satır sonuna kendi ismini gereksiz bir ayrıntı olarak eklemiş olmasıydı.Bir taraftan kendisi gibi anne şevkati görmemiş Beril’i mutlu etmek isterken diğer taraftan da yaşadığı onca talihsiz olayda, yanında olamadığı kızı Ceren’in de hayatını bu kitaplar sayesinde ölümsüzleştirmekti. Gölge’nin Ceren’in geleceğini değiştirmeye kudreti yoktu.Herhangi başka bir kimsenin de olmadığı gibi. Sadece olacakları önceden biliyordu ve Beril’e akıtmıştı o kadar. Hikayelerin güçlü gerçekliği Beril’in güçlü kalemiyle birleşmişti. Elinden gelenin hepsi bu kadardı.
Kapıda Ceren’in sesi yavaşça kısılmaktaydı. Ardından “Haluk! Yapma!” diye bir çığlık duyuldu.
Şehir sustu... İnsanlar sustu… İki kalp son kez vurdu ve durdu…