Garip Zamanın Yolcuları

Geçmişi değiştirmek mümkün olsaydı neyi değiştirirdiniz.

Eğitiminizi, doğduğunuz yeri, yol arkadaşınızı, tembelliğinizi, söylediğiniz yalanları, söyleyemediklerinizi, korkaklığınızı, hatalarınızı, mükemmeliyetçiliğinizi, alamadığınız sorumluluklarınızı, kontrol edemediğiniz öfkeyi, çıkartamadığınız zamanın tadını, adaletsiz gelir dağılımını, Birinci Dünya Savaşının sonuçlarını, salgın hastalıkların yayılmasını engellemeyi…. Uzar da gider bu liste.

Ben neyi değiştirirdim? Ailemle ve kendimle ilgili kararları daha keskin verirdim. Annemin babamdan ayrılması için daha çok desteklerdim onu. En azından son zamanlarını daha huzurlu geçirirdi kadıncağız. Üniversitede bana ilgi duyan çocuğu cesaretlendirirdim -herhalde ilgileniyordu benimle, öyle hatırlıyorum- Gerçi o zamanlar annemin hastalığının nüksettiği dönemlerdi, o çocuğa zaman ayırabilir miydim, bilmiyorum. Hem öyle olsaydı düzenli bir hayatım olmuş olurdu, yanlış insanlarla vakit kaybetmemiş olur, belki çoluk çocuğa bile karışmış olurdum. O çocuk -adını bile hatırlamıyorum- uzun boylu, sessiz, yakışıklı ve kasvetliydi; tam bir roman kahramanı…  Evet evet, kesinlikle o çocuğa şans vermem gerekirdi. Ayrıca annemin hasta olmaması gerekirdi. O zaman geriye dönüp annemle babamın evlenmesine hatta tanışmasına engel olmam gerekirdi çünkü babam yapışkan adamın tekiydi, bir şeyi sevdi mi asla bırakmazdı, ölene kadar. Bu sefer de ben dünyaya gelemezdim. Amann bunun sonu yok. Belki de geçmişi rahat bırakmak lazım. Hayır, ben bırakıyorum ama O, bırakmama izin vermiyor.

Günlerdir beynimin içinde dönüp duran bu sorularla, nedeninin bilmediğim bir huzursuzluğa taşınıp duruyorum. Dalgalı denizde yönünü bulamayan bir korsan gibiyim. Kendimi geminin dümenindeki bir kaptana değil de korsana benzetmem... Bu da üzerinde düşünmem gereken başka bir konu. İşimde tam da bu işte. Düşünmek…. Yeterince zor bir mesleğim yokmuş gibi bir de bu soruya cevap aramakla vaktim geçiyor. İşin başka garip tarafları da var. Genelde danışanlarıma, üzerinde düşünmeleri gereken konuları ben söylerim, yani o odanın moderatörü benim… Daha doğrusu birkaç hafta öncesine kadar öyleydi. Koltuğumu da moderatörlüğümü de kaptırdım galiba. Haaa,,. Tamam… Şimdi fark ettim neden geminin korsanı olmayı tercih ettiğimi. Kaybettiğim hakimiyeti zorla alma isteğim ve gerçekte sanki buna hakkım olamayışını düşündüğümden bir korsanla eşdeğer görüyorum kendimi. Yok yok bu böyle olmayacak. Benim kesinlikle Meriç Beyle terapileri kesmem gerekiyor ama nasıl bir neden bulmalıyım.

Kafamın içindeki bu sorularla uğraşırken asansörün zil sesiyle irkildim, 7. Kata gelmişim bile. Bugün programım bir hayli yoğundu, bekleme salonunda şimdiden iki kişi vardı. İçlerinden tatlı bir çocuk yüzüme bakıp “49 ve hemen” diye seslendi, ardından “Günaydın Efendim” diyerek, beni selamladı. Annesine dönüp tekrardan “49 ve hemen. Anne, yeni doktorum, öyle değil mi” diye onay istedi. Annesi de mahcup bir şekilde onu onayladı. Yaşının küçüklüğüne rağmen hasta olduğunun farkında olacak kadar bilinçliydi. Kelime tekrar etme hastalığı -Onomatomoni- olan bu tatlı çocuğu sevmiştim, başını okşayınca utanır gibi oldu.

- Yalnız seni biraz bekleteceğim, hemen yan odada küçük bir oyun salonu var, orada zaman geçirebilirsin.

Annesi yine o mahcup edayla “Çok sabırsız, bekleyemedi. Biz de biraz erken gelmek zorunda kaldık”

- Sorun değil hem ortamımıza ısınmış olur. Hem de oyun salonumuzda onun seveceği oyunlar olduğunu düşünüyorum.

- 49 ve hemen. Oyun odasına şimdi girebilir miyim?

- Elbette, oda sizin küçük beyefendi.

Çocuklar kadar insana yaşam enerjisi veren başka bir şey var mı?  Çantamı masaya koymamla kapının çalması bir oldu. O, gelmişti.  Sert, hızlı ve kendinden emin tıklatmasıyla, izin istemeden kapıyı açtı, her zamanki gibi. Üzerimde gezdirdiği keskin bakışları ve dışarıdan getirdiği rüzgarla tek solukta oturdu. Nefesini düzene soktuktan sonra tüm ciddiyetiyle bana döndü. “Terapileri sonlandırmak istiyorum.”

İlk etapta duyduğum bu cümleyle, içimdeki sevincin yüzüme yansımaması için yüz ifademi kontrol etmeye çalıştım. Saniyeler geçtikçe hissettiğim duygularda değişmeye başladı. Bir boşluk hissi, neden-niçin diye sorgulama, ardından ortaya çıkan can sıkıntısı, belki de başarısızlık. Bu işler hep böyledir, siz karşı tarafı incitmeden bir şeyleri bitirmeyi isterken üzülürsünüz ancak karşı tarafın sizden önce bu adımı atmasına, daha çok üzülürsünüz. Evet bu görüşmeleri bitirmek istiyordum ama Meriç Efendi yine kontrolü eline aldı ve benden önce davrandı.

-Nedenini sorabilir miyim, Meriç Bey.

Sol bacağını ritmik olarak sallamaya başladı, ağzını henüz açmamasına rağmen dişlerini sıktığı belli oluyordu, o an ağzını hiç açmasın istedim çünkü bir öfke patlamasının arifesindeydik, sabırla bekledim ne söyleyecek diye.

-Terapilerden fayda görmedim, yeterli mi senin için.

Aradaki resmiyet de ilk defa bugün aşılmış oldu. Terapiyi sonlandıran bir hasta gibi değil de eski sevgiliden hırsını almaya çalışan biri gibi davranmaya başladı. Bu durumdan rahatsız olmuştum. Kendisi hararetle devam etti.

-İşini iyi yapan bir doktor değilsin, empati yeteneğin yok, dinlemiyorsun, anlamıyorsun, haa ya da anlamak istemiyorsun, çözüm üretemiyorsun daha sayayım mı?

-Rahatlayacaksan devam et lütfen, öyle ya ben senin pardon sizin huzura ermeniz için buradayım, gerçi bunu şimdiye kadar hiç başaramamışım, öyle görünüyor.

- Tamam artık daha açık olacağım, günlerdir üzerinde konuşup duruyoruz ya, hani ben sürekli anlatıyorum ve sen hiçbir şey anlamıyorsun.

- Gerçekten şu an ne demek istiyorsunuz, işte bunu hiç anlamıyorum.

Sakinliğimi korumaya çalışarak dinlemeye devam ettim. Kendisi önce yutkundu, derin bir nefes aldıktan sonra “Geçmişi değiştirmek mümkün olsaydı neyi değiştirirdim biliyor musun.” Sesi titremeye başlamıştı, biraz sessizlikten sonra tekrar yutkundu ve tek nefeste konuştu. “Seni, seni hiç tanımamayı, görmemeyi, bilmemeyi isterdim.”

Onu buraya davet eden ben değildim, neydi bu öfke? Artık bu konu canımı sıkmaya başlamıştı. Tam ağzımı açacakken “Sakın, sakın tek bir kelime dahi söyleme. Hiçbir şey bilmediğin gibi anladığın da yok.  Kastettiğim şey bu saçma sapan terapiler değil, üç- beş haftalık bir şey de değil, tamı tamına, tam on beş yıllık bir mevzu bu. Sen şimdi hala anlayamıyorsundur, biliyorum. Günlerdir anlatıyorum sana, çok sevdim diyorum, unutamıyorum diyorum, aynı okuldaydık diyorum. Evet Ela Doğan, seninle aynı okuldaydık, aynı sınıfta… Ben de psikoloğum, geçmişteki takıntısını yenemeyen ve buna maalesef aşk diyen, geçmişten kurtulamadığı için yeni bir hayat kurmayı beceremeyen, kafasının içindekilerle yıllarca yaşayan, yükü ağır gelince de meslektaşından yardım almaya kalkan bir psikolog.” Bunları nefes almadan bir çırpıda söylemişti. Bendeki ruh halinin ise bir açıklaması yoktu.

Benim için kelimelerin hiçbir anlam ifade etmediği başka bir zaman dilimine girmiştik sanki. Derin sessizlik eşliğinde, onun içinde yaşanan fırtınanın az da olsa dinmesini bekledim. Benim geçmişteki, şu kasvetli roman kahramanı olan çocuk, Meriç Bey mi? Daha sabah, az önce hayatımda olsaydı dediğim kişi… Böyle bir karşılaşma, böyle bir yüzleşme romanlarda karşılaşılacak böyle bir olay, ancak bizim roman kahramanına yakışırdı zaten.

Anlatılacak ve konuşulacak çok şey vardı. Ama onun bunları dinlemeye niyeti yoktu. Odaya misafir ettiği kokusu ve rüzgârı ile çıkıp gitti. Bir kez daha anladım ki bu hayatta değiştiremediğimiz şeyler var, yaşanılacak olanın önüne hiçbir şeyin geçemediği gerçekler. Geçmişin pişmanlığını giderecek tek şey ise aynı hataları tekrar etmemektir belki de. Geçmişte konuşamadıysan, şimdi konuş; atamadığın adım varsa, şimdi at; hayal ettiğin işi yapamadıysan, şimdi yap… Bu adım için de benim kuvvetli bir cesarete ihtiyacım olacaktı, garip bir telaş sardı tüm ruhumu, sanki şimdi adım atmayacaksam hiç atamayacakmışım gibi.

Oyun odasının kapısından koşarak çıkan tatlı çocuk, odamın boş olduğunu görünce “49 ve hemen. Annee, sıra bize gelmiş, çabuk içeri girelim. 49 ve hemen. Hemen lütfen, lütfen, lütfen.

Çocuğun artan sabırsızlığı, benim telaşla karışık artan heyecanım, hayatın bilinmezlikleriyle garip, çok garip bir gün işte…


İlginizi Çekebilir

Değişim

Sinem ERDOĞAN DURGUTLU

Bir Hüzün

Gökçe ÇINAR