Geçmişime Sevgiyle
Açık pencerelerden içeriye ılık bir rüzgâr süzüldü. Beyaz dantel perdeleri hafifçe havalandırdı. Her zamanki gibi yeşil kadife berjerime oturdum. Beyaz fincanımdan kahvemi yudumladım. Radyoda çalan şarkı beni gençliğime götürmüştü. Geçmişin tozlu raflarında gezinmeye başladım. Evlendiğimiz ilk zamanları, kızımızı kucağımıza aldığımız ilk günleri anımsadım. Tüm dünyayı avucumda tuttuğum zamanlardı... Radyodaki şarkı bittiğinde mutlu anlarımdan sıyrılmış, fincanımı mutfağa götürmek üzere kalkmıştım oturduğum yerden
Mutfağa doğru ilerlerken salondaki büfeye ilişti gözüm. Ahşap çerçevedeki fotoğraflara baktım uzun bir süre. Biricik kızımız Süreyya’yı kucağımıza aldığımız ilk günün heyecanı yansımıştı fotoğrafa. Özellikle Kemal Bey’in en kıymetlisiydi kızımız. Çok başarılı bir çocuktu Süreyya. Hep çok gururlandırdı bizi. Kemal Bey ile aralarında çok özel bir baba-kız ilişkisi vardı. Bazen koltuğuma çekilir, kahkahalarını dinler içim huzurla dolardı. Kemal Bey’in vefat etmesiyle evdeki kahkaha sesleri yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Ardından Süreyya yurt dışında okumak istediğini benimle paylaştığında onu onaylamaktan başka bir çözüm bulamamıştım. O gitti, sessizlik ile ben baş başa kaldım.
Günler, haftalar, aylar ve iki sene ne de çabuk geçmişti. Bu sabah kasvetli bir güne uyanmıştım. Her zamanki gibi yatağımdan kalkıp perdeleri açtım. Günün karanlığı içeriye de yansımıştı. Mutfağa gidip çayı demledim. Sokaktan gelen cılız bir ses işittim. Bu ses Kerim’in sesiydi. Kerim, ailesine destek olmak için simit satan on beş̧ yaşında, ela gözlü, sıska bir genç idi. Okulunda da çok başarılıydı. Arada rast geldikçe ayaküstü sohbet eder, kimi zaman eve davet edip bir fincan çay ikram ederdim.
Her zamanki gibi ayaküstü sohbetimizi edip uğurlamıştım Kerim’i. İçeri geçtim. Bir süredir çiçeklerime su vermediğimi anımsadım. Pencerenin önüne koyduğum devetabanı iyice sararmıştı. Etrafa da uzun süredir dokunmamıştım. Mutfak, banyo, salon derken küçük oda... Sanki içeri girmemi bekler gibiydi. Usulca araladım kapıyı, etrafın tozunu almaya çalışma masamdan başlamıştım. Ta ki çalışma masamın üzerindeki kırmızı kutuyu devirene dek. Kutunun devrilmesiyle birlikte mektuplar, fotoğraflar ve kurumuş gül yaprakları etrafa saçılmıştı. Yerdekileri toplayıp kutunun içine koyarken mektubun üstündeki yazıya ilişti gözüm. “Perihan’ıma” yazıyordu zarfın üzerinde. Fahri ile yaşadığımız güzel günler geldi gözümün önüne. Kalbimin aşk ile dolu olduğu, heyecandan bir kuşun kanat çırpışı gibi hızlı attığı yaşlardı o zamanlar… Fahri öyle güzel bir adamdı ki hep çok mutlu etmişti beni. Çok güzel sever, gözlerinin içi gülümser, içi titrerdi bana bakarken. Ama işiyle aşkını aynı kefeye koyardı. Ailesinden bile önde gelirdi işi.
Aşk ile işi ayıramazdı. Ve bir gün aşk kaybetti. Yaşlar yanaklarımdan süzülürken bu defa atılacak ne varsa atmalıydım, hiçbir şey kalmamalıydı geçmişten gelen. Daldığım geçmişten sıyrıldım. Dışarı çıkıp biraz hava almalıydım. Yatak odasına geçtim. Saçımı ensede gevşek bir topuz yaptım. Lacivert eteğimin üzerine inci detaylı beyaz şifon gömleğimi giydim. Ekoseli kabanımı da üzerime geçirip yağmurlu havada yürümeye başladım. O kadar dalmışım ki kafamı kaldırdığımda kalabalık bir insan topluluğunun içinde buldum kendimi. Hemen yönümü değiştirdim. Eve doğru yola koyulmuşken burnuma taze ekmek kokuları gelmişti. Bizim mahallenin bitişiğindeki fırına doğru yürürken bir anda sert bir kuvvetle çarpıştım.
Elimdeki her şey yere saçılmıştı. Saçılan eşyaların arasına gençliğimin fotoğrafı karışmıştı. Başımı kaldırdığımda “fötr şapkalı, siyah paltolu, düzgün giyimli” biriyle karşılaştım. Kalbim bir kuşun kanat çırpışı gibi hızla atmaya başladı. Bu, kırk sene önce hissettiğim kalp çarpıntısının aynısıydı.
Göz göze geldiğimde...