Hatırat
Simsiyah çarşafına sıkı sıkıya tutunurken yüzündeki peçeyi düzeltip yeniden beklemeye koyuldu. Yaklaşık üç gündür bu düzeltme işlemini sürekli yapıyordu. Bu sefer olacaktı. Yakalayacaktı onu. Sırf bu yüzden Samsun’a gelen vapuru ucu ucuna yakalamış. Orada ise bir şekilde bulduğu yaylı araba ile Sivas’a ulaşmıştı. Bu sefer gerçekten olacaktı. Tam öğle yemeğinden çıkarken dikildi karşısına:
-Paşam sizinle görüşmek istiyorum!
-Sen de kimsin!
Bir anda peçesini çıkarıp bütün gözü karalığı ile konuşmaya başladı.
-Ben Erzurumlu Fatma Seher, Balkanlarda savaştım. Kafkas cephesinde topladığım adamlarda Edirne’yi korudum. Eşim Sarıkamış’ta vefat etti. Şimdi sizden İstiklal Harbi’nde fiilen savaşmak için yetki belgesi istiyorum.
-Toptan tüfekten korkmaz mısın?
-Hayır Paşam, toptan da tüfekten de korkmam.
-Keşke bütün Türk Kadınları senin gibi gözü kara olsa. Bundan böyle senin adın Kara Fatma olsun. Yetki de savaşma hakkı da senindir.
Yüzü ateş gibi yandı Kara Fatma’nın. Her şey çok hızlı gelişmişti. Şu an yalnız başına bir yere diz çökmüş var olan her şeyi kafasında yeniden kurgulamaya başlamıştı.
-Nasıl hissediyorsunuz sayın Sultanım?
Kafasında oluşan bu sese hala alışamamıştı. Üstelik sesi ileten bir cihaz da olmadığı sürece herkesin bu sesi duyduğu hissiyatına kapılıyordu.
-Barçın sesini sadece benim duyduğuma eminsin değil mi?
-Evet Sultanım. Sadece siz konuşurken dikkat etmek durumdasınız. Ben direkt sizin beyin nöronlarınıza bağlanıyorum.
-Pekâlâ, pekâlâ. Alışacağım buna. Kimdi bu görüştüğüm Paşa…? Ve neden ben kendi istediğim hiçbir şey söyleyemiyorum.
-Efendim görüştüğünüz Paşa, 4.100 sene önce 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Paşa. Şu an DNA’sını paylaştığınız kişi ise Kara Fatma isimli Millî Mücadele Kahramanı. Diğer sorunuza gelince; tarihle geçmişle oyun oynuyoruz şu an resmen. En ufak bir diyalog farklılığı bile kelebek etkisi misali birçok şeyi kökeninden değiştirebilir. Bu yüzden her interaktif girişiminizde olmuş olanı aynen yaşamanız üzerine bir algoritma geliştirdim.
-Barçın, zaten 3.000 sene önceki 3. Dünya Savaşında var olan bütün tarih kayıtları yok olmadı mı? Ne değişebilir ki?
-En ufak bir değişiklik sizin bu dünyaya hiç gelmemenize dahi sebep olabilir Sultanım. O yüzden bu konu üzerine hiçbir değişiklik yapamayız.
-Madem öyle, Mustafa Kemal Paşa olsam?
-Aklınızdan ne geçtiğini tahmin edebiliyorum. Ama bilincinizi sadece kadın DNA’sı ile ilişkilendirebiliyorum.
-Anladım. Oralarda durum nasıl?
- Savaşın yankıları sürüyor, bundan sonra yaraları nasıl sararız henüz bilmiyorum. Oradan muhakkak Türk Timarşi’sini kurtaracak bir şeyler ile dönmelisiniz.
-Bir sonraki durağımız neresi peki?
-Sizi hemen oraya doğru gönderiyorum.
Gözlerini kapattı. Ilık bir rüzgâr yüzünü okşamaya başlamıştı. Bunun üzerine yeniden gözlerini açtı. Bir kürsüdeydi. Kocaman bir meydan, meraklı bakışlar üstünde, içinde büyüyen bir heyecan ve gözyaşları eşliğinde;
-"Kardeşlerim, evlatlarım! Ruhu göklerde olan yedi yüz senelik şanlı tarihimiz bu minarelerden bugün, Osmanlı tarihinin faciasını seyrediyor. Bu muazzam, bu tarihi meydanda, zafer alayları tertip eden ecdadımızın ruhu bizi seyrediyor. Dünyaların öbür ucuna at süren namağlup erlerin evlatları önünde baş eğiyor ve yemin ediyorum: Ben, Müslüman tarihinin bedbaht bir kızıyım. Bugün de dünkü kadar kahraman ve talihsiz Türk milletinin anasıyım. Millet namına. Ecdadımızın bizi seyreden ruhlarına yemin ediyorum. Bugün, kolları kesilmiş olan Türk'ün kalbi, eski cesaret ve şecaatini kaybetmemiştir. Yemin ediyorum ki, Osmanlı sancağına, tarihine hıyanet etmeyeceğim. Allah'a, hakka, milletlerin ilahi hakkına dayanan Türk milleti, bütün Müslüman ve Türk dünyasına ilan ediyorum. Davamızı ilan ediyorum.
Kardeşlerim, evlatlarım! Osmanlı toprağında böyle muazzam, böyle tarihi bir gün belki bir daha idrak etmeyeceğiz. Evlatlarım, öyle bir gün olur da bir daha toplanamazsak. İçimizde ölenler olursa, Türk'ün istiklal bayrağı ile mezarı üzerine geliniz. Eski tarihimizin. Bu muazzam minarelerin bahşettiği tarihimizin en asil, en terbiyeli vakarımızı asla unutmayacağız! Yemin ediniz!
Yedi yüz senelik minareler, mavi semalarıyla bize baktığı bu günlerde. Osmanlı bayrağı, Osmanlı hakkı için can vermekten çekinmeyeceğinize yemin ediniz!"
Gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Yorgundu, bitkindi. Fakat ne olduğunu da anlamıyordu. Osmanlı kimdi? Bu konuşma neden yapıldı? Neden bu kadar yüreği ağrıyordu şu an. Bu sorulara cevap bulabilmesi için Barçın’ın sihirini çalıştırıp şu anda DNA’sını paylaştığı kadının gizemini çözmesini beklemeliydi. Yalnız kalacak bir an arıyordu. Çok geçmeden de buldu.
-Barçın kimim ben?
-Duruma alıştığınızı görmek güzel sayın Sultanım. Şu an meşhur edebiyatçı, feminist, aktivist Halide Edip Adıvar’sınız. İzmir’in İşgali sonucu yapılan Sultanahmet Mitinglerinden birini gerçekleştirdiniz. Emin olun burada hepimiz ağlıyoruz.
-Siz beni görebiliyor musunuz?
-Full HD efendim. Eşiniz de burada şu an.
-Onunla konuşabilir miyim?
-Tabi ki hemen onun sesini bağlıyorum.
….
-Hayatım, iyi misin?
-Neler olduğunu anlamıyorum nedir bu his?
-Sanıyorum ki bizlerin daha önce yaşamadığı bir his. Hatırlıyor musun gençken toprağa gömülmüş bir kitap bulmuştuk. İçinde Eski bir Türkçe ile “Tarih tekrardan ibarettir.” yazıyordu. Nasıl gülmüştük buna. Biz her şeyi gelecekte, bilimde, teknolojide aradık çünkü.
-Şimdi o teknolojiyi de geçmişe geri dönmek için kullanmamız peki?
Hep beraber gülüştüler.
-Daha yolculuğum devam edecek mi Barçın?
-Birçok kadın gezdik sayın Sultanım farkındayım. Ama son iki durak kaldı. İlkine doğru yola çıkmak için hazır olun lütfen.
-Gözlerimi kapatıyorum o halde…
Bir anda tir tir titremeye başladı. Islanmaya başlanmıştı. Gözlerini açtığında kucağında karşılaştığı bir bebek. Sırtında bir cephane aracı…
Çocuğa baktı. İnanılmaz bir bağ hissediyordu çocukla. Yoksa bu annelik hissi miydi? Bilemedi. Hiç anne olmamıştı. Annesini dahi doğru düzgün hatırlamıyordu. Anne-çocuk ilişkisinde herhangi bir taraf olmamış olmak ilginç geldi o an. Cephane arabasını sırtlandı. Kucağında bebeği yola koyuldu. Bu cephaneliklerin Kastamonu’ya ulaşması gerekiyordu. Ama sendeliyordu bir şekilde. Takati kalmamış… Bir yandan üşüyor, titriyordu. Kışlaya az kalmıştı ama o kadar takati yoktu ki yetişmesi imkansızdı. Bir anda üstündeki kazağı çıkarıp cephanelikleri örttü. Bulduğu kuru otlardan bebeğine yatak yatıp kendini siper etti bebeğine.
-Sultanım artık sizi geri çekmem gerekecek.
-Hayır, olmaaaz. Bebek ölecek.
-Sultanım şu an DNA’sını paylaştığınız Şerife Bacı zaten cephaneliği ve bebeğinin hayatını kurtarıp can veriyor. Siz merak etmeyin. Bebeği bulacaklar. Ama o bedende ölürseniz biz sizi bir daha bulamayız.
-Anladım. Yani son durağa doğru gidiyoruz öyle mi?
-Öyle Sultanım. Kapatın gözlerinizi.
Ve yine kapattı gözlerini. Bu sefer kucağındaki bebeğin alnına bir öpücük kondurdu. Annelik hoşuna gitmişti bir an. Hatta burada Şerife Bacı gibi bu bebeği korumak için can verebilirdi. Ama Türk Timarşisi kurtulmak adına onu bekliyordu. Derin bir nefes aldı. Gözlerini açtığında kendini bir limanda buldu. Üstünde erkek kıyafetleri vardı. “Nasıl yani erkek olamıyordum hani” diye düşünürken iki eliyle bacak arasını yokladı, hala kadın olduğunu fark etti. Bu sırada:
-Halim davran hadi cephaneye, denildiğini duydu. Anlaşılan Halim’di. Davrandı o da cephanelere. Sonra gördü onu yeniden. Sarı sarı rüzgârda dalgalanan saçları, mavi gözleri, heybeti ve heyeti ile oradan geçiyordu. Yağmur yağmaya başladı. Şerife Bacı’dan kazandığı alışkanlıkla montunu çıkarıp cephaneyi örttü. O sırada Mustafa Kemal Paşa durumu fark etti.
-Neden mermileri örttün? Üşümez misin sen?
-Beyim ben üşüsem ne olacak, yüz bin kişi kurtaracak bu cephane.
O sırada Paşa kısa bir süre düşündü.
-Kafa kâğıdın nerede senin, dedi.
Utana sıkıla kafa kağıdını çıkarıp gösterdi.
-Kız mısın sen?
Utanarak sadece başını sağlayabildi.
-Halime’yi Ankara’da görmek istiyorum. Tüm bilgilerini alın. Çankaya’da ağırlanacak ve İstiklal Madalyası ile ödüllendirilecektir.
Ve ardını dönüp gitti Paşa.
-Barçın ben anlamadım. Niye Beyim dedi de Paşam demedi.
-6023 senesinin teknolojisi olmadığı için herkes birbirini tanımıyor. Bu da yaptıkları her şeyi kendi inisiyatifleri, istekleri dahilinde yaptıklarını kanıtlamıyor mu zaten.
-Haklısın Barçın. Beni geri getir, kararımı verdim.
-Nasıl isterseniz Sultanım.
Bu sefer gözlerini açtığında Türk Timarşisi Karar Konseyi binasındaydı. 40 kişilik bir ekip gözlerini dikmiş ona bakıyor. Ne söyleyeceğini bekliyordu.
-Kardeşlerim…! diye başladı lafa.
İnsanlar şaşırmıştı. Barçın gülümsüyordu. Devam etti Sultan.
-Kardeşlerim. Bu yaptığımız çalışma bana çok şey öğretti. Yıllarca aristokrasi ve oligarşi karışımı bir yönetim olarak timarşiyi kabul ettik. Sebebini hepimiz biliyoruz aslında. 3000 yıl öncesi savaş bilgiye dair elimizdeki her şeyi yok edince bilimi yönetim şekli haline getirdik. Fakat ben 25. Timarşi Sultanı Arya olarak geçmişin ilmini çok merak ettim. Geçmişe yönelme isteğimiz bu şekilde açığa çıktı. Ama sonra halihazırda yaşadığımız savaş bizi yine bu sistemle geçmiş savaşları nasıl kazandık acaba arayışına itti. Bu adam -Barçın’ı göstererek- hepinizin kurtarıcısı oldu diyebilirim.
Bu sırada Barçın başını öne eğdi. Arya konuşmaya devam etti:
-Bir kez daha söylüyorum. Kardeşlerim! Neden tekrar ettiğimi de belirteyim. Bizler insanlık, duygular, birlik beraberlik konusunda 4000 yıl önceki insanlardan çok daha fazla gerideyiz ve bu insanlara savaş kazandıran şey “iman dolu göğüsleri”. İnançlarımızı sorguladım kardeşlerim. Neden bu kadar ayrı düştüğümüzü sorguladım. Evet, düşmanı attık topraklardan ama bir daha bu olmasın diye ne yapabiliriz onu düşündüm ve aslında buldum da.
Hep bir ağızdan “ne buldunuz” şeklinde uğultular yükseldi. Barçın’a döndü Arya ve sordu:
-Bugünün tarihi ne?
-28 Ekim 6023
-Güzel… Hazırlanın gençler. Yarın cumhuriyeti kuruyoruz!