İmgesel Bir Kaçış Meselesi
Sarp yolları aşıp karlar arasında kaybolmuş dağ köylerinde saklandığı da olmuştu, dum tıslı müziklerin yayıldığı şehrin dar sokaklarında ağır parfüm kokuları ile bastırılmış güneş yanığı kokan tenler arasında gizlendiği de. Mevsimlik ırgatlık da yapmıştı, köpek bakıcılığı da. Pis işlerin kokusunu da sahipsiz gölgeleri de ilk bakışta tanırdı. Zamanı geldiğinde kayıplara karışmak için gözünü hep açık tutması gerektiğini öğreneli epeyce zaman olmuştu. Belki de ne zaman bir yerlere ya da birilerine alışsa ortamdan tüyme zamanının geldiğini anlayıp, düşerdi yollara.
Neden kaçtığını unutacak kadar uzun zamandır yollardaydı. Oysa ne bir suçu vardı ne de onu kovalayanı. Farkında olmasa da bir yandan benliğinden kaçıyor diğer taraftan kendini kovalıyordu. Henüz hiç yakalanmamıştı. Zaman zaman “En Başarılı Kaçak’’ ödülü verilse birinciliği kimseye kaptırmayacağını düşünür, özgürlüğe çalan mavi gözleri ışıl ışıl parıldardı.
Çocukken öğrenmişti kurallarını kendisinin koymadığı, hatta zorla dâhil edildiği bu kaçaklık oyununa eşlik etmeyi.
"Kızım, haydi uyan artık. Vardiya değişimine geç kalacağım senin yüzünden."
"Ama annee hava çok karanlık, daha okul açılmamıştır bile."
"Haydi, uzatma ne diyorsam onu yap!"
İmge anlatamadı, sabahın kör karanlığında ayazı yiye yiye okul bahçesinde yapayalnız bekleyen tek çocuk olduğunu. Anlatabilse de ne değişecekti ki? Annesinin sabah vardiyasına giderken kızını bırakabileceği başka hiçbir yer yoktu. Gece vardiyasında ise durum daha da kötüydü. Annesi üstüne kapıyı kilitleyip işe gittiğinde, yalnızlığıyla baş başa kalır yorganın altına kıvrılıp nefes almaya bile korkardı. Onun anlatamadığı korkularını, annesi hiç anlamaya çalışmadı. İşine gelmeyene sağır kadın, yavrularının dile getiremediklerini duyacak kadar kulağı kesik olmayan annelerin evlatlarını, kurtların kapacağını bilmiyordu.
Annesinin kulaklarını tıkadığı sessiz yardım çığlıklarını, okulun önünde her sabah erkenden seyyar tezgâhını açan macun şekerci duydu. Usulca yaklaştı küçük kıza. Önce rengârenk macun şekerlerini tahta çubuğa sarıp mutlu olsun diye ikram etti, sonra da kendini mutlu edecek ikramlıkların peşine düştü arsız adam.
Küçük kız ilk defa tattığı macun şekerini yerken, adamın anlattığı iki kişilik sessiz oyunun kurallarını dinledi. Karanlıkta yalnız kalmaktansa, kurallarını anlayamadığı bu oyuna katılmayı kabul etti.
Macun şekerci kıllı ve kaba elleriyle kızı tutup, sık sık okulun yanındaki perili köşke götürmeye başladı. Okuldaki perili köşkün hikâyeleri fısır fısır yayıldı tüm öğrenciler arasında. Şekerle çocukları kandıran perilerle doluydu köşk. Perili köşkün hikâyesini duyan öğretmenler, kulaklarını da gözlerini de dört açtılar. Macun şekercinin oyunu bozulmuştu, köşkün kötü perisinin maskesi düşmüştü. Öğrenciler birer ikişer çağrıldılar müdür odasına, ardından da aileleri. İmge, sıranın kendisine gelmesini beklese de hiç kimse onu odaya çağırmadı. Oysa macun şekerci görünümlü kötü peri hakkında anlatacağı ne çok şey vardı. Öğretmenlerine anlatamadıklarını annesine anlattı, eve gider gitmez. Annesi "Üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokanların burnu kopar" diyerek, yaşadıklarını unutmasını tembihledi kızına. Hiç kimse duymamalıydı perili köşkte yalnızlığı ile değiş tokuş yaptığı oyunu. Özellikle de eve ara sıra uğrayan babası hiç duymamalıydı. Annesinin nasihatinden aklı karışan İmge’nin elleri, yanağındaki gamzeye doğru uzandı. Ne zaman derin düşüncelere dalsa yanağındaki çukurla uğraşırdı fark etmeden. Annesi böyle zamanlarda konuşmak yerine dik başlı kızını korkutmayı seçerdi. Yine öyle yaptı, İmge’nin minik parmaklarını yanağından çekerken feri kaçmış kara gözlerini kızının üzerine dikti "Yemin et bakayım, köşke giden çocuklardan olduğunu söylersen taş olasın!"
Taş olmaktan mı yoksa babasının öfkesinden mi daha çok korktuğunu bilemedi ama tuttu yeminini. Büyüdükçe, tuttuğu yeminler artmaya başladı. Komşularına uzak gemilerde çalıştığını söyledikleri babasının, aklına estikçe uğradığı yedek ailesi olduklarını öğrendiğinde de annesinin eve getirip sakladığı beyaz toz dolu poşetlerden haberi yokmuş gibi yaptığında da hep tuttu yeminini. Yeminini tutmayan taş olur, demişti annesi. O günden sonra İmge, üstüne vazife olmayan tüm karanlık sırları, benliğinin en derin çukuruna gömmeyi öğrendi.
Büyüdükçe benlik çukuru sırlarla doldu. Sık sık adres değiştirmek zorunda kaldıklarından üniversiteye başlayamadığında anlamıştı annesinin de tıpkı kendisi gibi sırlarını gömdüğü bir çukuru olduğunu. Annesinin sırları taşıp sel olduğunda polisler çaldı kapılarını. İmge, annesi gecenin karanlığında polislerle giderken yapayalnız kaldı çukurundaki lanetli gizleriyle.
Kurtulmalıydı tüm sırlardan. Macun şekercinin hileli pericilik oyununu bozamadığını da babasının yedek evladı olduğunu da annesinin beyaz tozlarla dolu minik poşetleri sakladığı yerleri de unutmalıydı.
Sırları taşmadan, bedeni taşa dönüşmeden kaçmalıydı kendinden. Kaçıp gizlendiği yerlerde anılarından kurtulmaya çalışırken, henüz bilmiyordu belleğinin en hünerli bumerang olduğunu.
Kendine yakalanacağını anladığı bir vakit yine düştü yollara. Cebindeki parasının yettiği yere kadar yaptığı yolculuk bitince, yüksek dağların ortasında alçak bir ovada aksakallı bir dede ile buluştu yolu.
Keçeci Akhan yanında çalışıp, keçe sanatının inceliklerini öğrenmek isteyecek, güçlü kuvvetli bir delikanlıyı çırak almak istese de köyün delikanlıları büyük şehre göçüp gittiğinden istediği gibi birini bulamamıştı. Nerede görülmüştü, cılız bir kızın keçeci çırağı olduğu? Belli ki kimsesizdi bu kız, gönlü onu yalnız bırakmaya razı olmadı. İmge ahırdan bozma tek gözlü bir oda ve daha önce yataklık ettiği eniklerin kokusunun üzerine sindiği bir döşek karşılığı çalışmayı kabul edince, keçe ustası “Her işte bir hayır vardır’’ diye düşünerek İmge’yi yanına çırak aldı.
Aksakallı Akhan dede ile beli bükük karısı çarıklı nine sofralarındaki nimeti de çoğu zaman dilinin lal olduğuna acıdıkları bu yaban kızla paylaştılar.
İmge narin görünüşünün aksine çabucak kavradı, keçe yapımını. Kuzuları kırpmakta da yünü ditmede de hallaç yayı ile seyretmede de güçlü kuvvetli ustalara taş çıkartmaya başladı. Çukura attığı sırları ezip yok etmek istercesine tepeledi narin ayakları ile keçeleri. En çok da onları boya kazanlarında renklendirmeyi sevdi. Kaçak grisi hayatına keçe beyazı, mavisi ve kırmızısı karıştığında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlamıştı.
Mevsimler mevsimleri kovaladı. İmge çıraklık mertebesinin tüm inceliklerini öğrenecek kadar çok kaldı bu yaşlı çiftin yanında. Sevdikçe yeni yaşamını, gitmesi gerektiğini düşünmek bile fazlasıyla acıttı canını. Biliyordu, bir kaçağa kök salmak yakışmazdı. Ne ondan hayır gelirdi yaşlı çifte ne de onlarla kalmanın hayrını görürdü.
Akhan dede gibi çarıklı nine de çok sevmişti gök bakışlı, lal kızı. Olmayan evladının yerine koymuş, her akşam sofrayı kurup eşiyle birlikte onun da yemeğe gelmesini bekler olmuştu. İmge yemekten sonra hemen gitmez, yapılacak işlere de yardımcı olurdu. Kap kacak yıkar, yatak döşek silkelerdi. Çarıklı ninenin saçlarını kınalamasına yardım ettiği bir gece, köyün ılıman iklimine ters bir rüzgâr çıktı. Rüzgârın nereden estiği, nereye gittiği belli değildi, ağaçların dalları tahta çerçeveli camları dövüyordu. Çarıklı nine “Kal bizimle, üşürsün yarısı yıkık ahırda” dese de kalmadı İmge. İçi elvermese de gecikmeli kaçış planını yapmaya başlamalıydı, bu gece. Yaşlı kadın, kilidi bozuk oymalı sandığını açıp, nakışlı keçe abayı sandıktan çıkardı. Buruşuk ellerini abanın üzerinde gezdirdi defalarca “Bu aba çeyizimden. Al kızım senin olsun, önümüz kış sıcacık tutar seni” diyerek attı abayı kızın omzuna. İmge yaşlı kadının buruşuk ellerinin sıcaklığıyla ısındı. Kadına sarılmak istedi hiç bırakmamacasına ama yapamadı. Unutmaya çalıştıklarından henüz kurtulamamışken, yeni bir başlangıç yapamazdı.
Yıkık duvarlı ahırda, naftalin kokulu abaya sarılıp döşeğe kıvrıldı kaçak kız. Kötü anılarla dolu zihninin kör çukuru, homurdanıyordu bu gece. Onları tüm gücüyle benliğinin en dibine ittikçe, teker teker geri geliyorlardı. Kimin kazanacağını bilemediği bir bumerang oyunu ile lanetlenmiş gibiydi. Zihnindeki homurtuları, bahçeden gelen toynak sesleri sardı. Ardından bir çığlık koptu yaşlı çitin evinde. Annesinin çatlak sesi karıştı, lanetli anılarına “Üstüne vazife olmayan işe burnunu sokanın burnu kopar. Yemin et bakayım…”
İmge bu sefer ne yemin etti ne de taş olmaktan korktu. Duvardaki baltayı eline alıp çıktı ahırdan. Daldı, koyun hırsızlarının arasına. Gücü yetmezdi belki bu yaşlı çifti ve koyunlarını kurtarmaya ama kaçmaya da hiç niyeti yoktu. Lal dili çözüldü, avaz avaz bağırdı tüm gücüyle. Bağırdıkça arındı, arındıkça güçlendi. Köşkün kötü persini, hiç olmamış babasını, daracık zamanları ona çok gören sağır annesini de haykırıp çıkardı içinden. Koyun hırsızları tartaklasalar da susturamadılar baltalı kızı. Köyün hanelerinin ışıkları teker teker yandı, keçeci çırağı ile yaşlı çiftin yardımına koştular. Koyun hırsızları İmge’nin kötü anıları ile birlikte kovalandılar köyden.
Kaçak kız kök saldı, keçeci atölyesine. İmgesel bir kaçış meselesini işledi keçe motiflerine. Motifler efsane olup yayıldı dört bir yana, kendinden kaçılamayacağını anlattı tüm kaçaklara.