Kısır
Dünkü bol karbonhidratlı, dantelli örgülü, ülke kurtarmacalı bilmem kaçıncı eski komşular arası altın günü bizim evde gerçekleşti. Tam bir haftadır süren yüz metre engelli, gümüşlükteki objeleri parlatma, sırıkla cam silme, kulplu beygir yardımıyla perde takma gibi kategorilerden yırtmış olsam da mutfak sanatları kısmından kaçamadım çünkü çoktandır beklediğim film vizyona girmekten vazgeçerek beni odamın menzilinden çok uzaklara bırakmadı. Ben de güdümlü terlik yeme tehditi ve kör olasıca eline mi yapışır tatavalarından kaçmak için bu güzide güne, elimin hamuruyla koca bir kase kısırla katkıda bulunmak suretiyle gönüllü katılımcı oldum.
Pürneşe teşrifte bulunan kemik kadroyu, annemle birlikte, elmas gibi parlatılmış kristal avizenin altında; kırk yılda bir gördüğüm yemek takımları ve çay kaşıkları eşliğinde mum gibi denen kıvama getirilmiş evimizde karşıladık. Çantalardan eş zamanlı çıkarılan misafir terlikleri otuz beş numaralı ayaklara geçti; şişler, yünler bir kenara kondu ve yakın gözlükleri göğsün önüne serbest stilde bırakıldı. Buyurun sofraya!
Bu ekip kaynaşalı nereden baksanız otuz yıl olmuştur.Herkes Silivri’den eski yazlık komşusu. Saçlar beyazlamış, yastık altları epeyçe şişmiş, oğullar evlendirilmiş, gelinler çekiştirilmiş, koltuk takımlarının yüzleri değişmiş ama bu arkadaşlık hiç eskimemiş. Biz diyorlar ahretliğiz. Dünürler gıptayla bakıyor bu arkadaşlığa, eltiler de hasetle. Maşallah diyeyim ne diyeyim. Bu koca zaman diliminde; Nedime teyze ikinci kocasını da gömmüş kendini o kurstan bu kursa savurmaktayken Nadide teyze içtiği sayısız ilaç, geçirdiği bolca hastalık nedeniyle lokman hekim titrine ulaşmış, Feride teyze de geliştirdiği formüllerle ev temizliğinde doktora yapmış. Annemse dantelden dağlar örerek; giyiminden kuşamından, ettiği laflardan anlamadığı evde kalmış kızına yani bana çeyiz inşa etme derdinde. Hayırlısıyla bir kısmet çıksa da beni evlendirip artık torun sevse, hava atsa etrafa. Aralarındaki tek torunsuz valide kendisi olur. Bunca yıldır gittiği türbeler, babalar, yatırlar, katırlar hizmet dışı olsa gerek henüz hayalindeki damat adayı karşısına çıkmadı. Belki de şu gönlü bol bendeniz, mübarek zatlara üç beş bir şeyler sıkıştırmışımdır da başkasının hayalini yaşamaktan kurtarmışımdır kendimi.
Annem döktürmüş, masada bir kuş sütü eksik. Kısırım da bu ziyafetin yanında bir yerlerde eğreti duruyor işte. Benden bu kadar, zaten benden beklenti de bu kadar. Az bulgur bol nar ekşisi. Maksat beraber olmak değil mi? Havadan sudan konuşmalar, iki pul bir ilmuhaberler:
“Ferideciğim! Anlattığın gibi İngiliz karbonatını aldım, üzerine beyaz sirkeyi boca ettim. Fokur fokur bir kaynadı, tenceremin altı ayna gibi pırıl pırıl oldu. Hay yaşa! Bizim küçük oğlan Servet, ben yokken patates kızartmaya kalkmış. Yakmış beceriksiz. Tencerenin altı simsiyah! Bir gördüm beynimden vurulmuşa döndüm. Kaç yıllık tencerem. Neler denedim temizleyemedim. Sen olmasan çöpe gidecekti vallahi.”
“Nedime! Boğazın nasıl oldu? Geçti mi gıcık? Bak uykusuzluğa da alternatif bir yöntem öğrendim. Burnunun sağ deliğini kapat şöyle, beş dakika sol taraftan nefes al ver. Bak şıp diye uyuyacaksın.”
“Ayla! Şu benim girişteki küçük masanın üzerine bir dantel şart. Geçen bir dergide örümcek ağlı güzel bir model vardı. Sen bir bakıver de çıkaralım modeli. Çantamı uzatıver Gülen kızım, bak hemen arkanda. Nedime! Sen de ahşap bir kutu boyasan. Anahtarlarımızı koyarız içine şöyle güllü dallı desenler bilirsin sen.”
Oradan buradan, yardan serden muhabbet tatlı bir debiyle akıp giderken, malum kış, hava erken kararmaya başladı. Işıkları yaktık, annemin Havva ablaya kristallerini tek tek deflarca sildirdiği avize nasıl da parlıyor. Üfff. Gözümüz gönlümüz açıldı. Derken sıra hadi ne nimete ayıp olsun ne bana, kısıra geldi. Beni de aralarına aldıklarını kanıtlamak babında yalandan tarifini sordular.
“Önce bir yemek kaşığı biber salçasını az yağda kavurdum. Sonra üzerine bir ölçü ince bulgur, iki bardak da su ekledim. Kapağını kapattım. Tencereyi havluyla sardım. O demlenirken, kornişon turşu, göbek salata ve taze soğanları doğradım. Yarım saat sonra yeşillikleri bulgurun içine kattım, bol kuru nane, pul biber, nar eksişi, limon ve tuz koydum.”
“Olmaz kızım, salçayı çiğden koyacaksın, elinle bir güzel yoğuracaksın.”
“Turşu yerine salatalık olmalı.”
“Şaşırdın mı Nadide! Salatalık yakışır mı hiç kısıra?”
“Kuru soğan eksik, soğan kavurmak gerek.”
“Salatalık ne alaka Nedime! Suyunu bırakır o.”
“Sarımsaksız olmaz.”
“Domates lazım!”
“Maydanoz eksik!”
Ağzımda koca bir turşu çiğneye çiğneye bir sağa bir sola bakıyorum, ne oldu da bu eften püften mevzu bir anda alevlendi, sakız gibi uzadıkça uzuyor. Herkes bir anda şef kesildi yok kısır şöyle olur kısır böyle olur. Ne yaptım ki ben? Tez elden boynumu vurmak üzereler…
Dakikalar sonra fırtına dindi. Göz göze gelmeden tavana bakarak içilen kahvelerden sonra otuz beş numara terlikler ışık hızıyla çantalara kondu, çeyrek altınlar sehpanın üzerindeki yerlerini aldıktan sonra da teyzeler evlerinin yolunu tuttu.
Annemi hemen berjer koltuğa oturttum, tepesindeki abajuru yaktım. Mantıklı bir açıklama bekliyorum... Grubun eski üyelerinden Emel teyze altın günlerinden birinde kısır yapmış. Tekerrürden ibaret olacak tarih de o gün vuku bulmuş. Aynen bugünkü gibi kısır içerikleri havada çarpışmış. Kafa göz nereye denk geldiyse artık… Bu manzaraya alınan Emel teyze de bir daha ne günlere katılmış ne de sokakta diğerlerinin yüzlerine bakmış. Annem yıllar önce yaşanan kısır krizini, tarihin tozlu sayfalarına gömünce beni de uyaramamış haliyle.
Demek ki bu ilişkide sınırlar Misak-ı Milli gibi yıllar öncesinden çizilmiş. Ortak konularda tarafsızlık ilkesi benimsenmiş. Kimse kimsenin alanına müdehale etmeden yıllar yılları kovalamış. Ta ki ben fitili ateşleyen ikramı yapana kadar. Yoksa ne mümkün kadınların bu kadar uzun yıllar arkadaş kalabilmeleri. Biz, öğretmenler odasında dört kadın öğretmen oturursak aramızdan kimse geçmez. Ne malum kaza kurşunu falan denk gelir birilerinin mabadına. Maazallah!