Bir Avuç Toprak

Günlerden çarşamba, eylül ayının son demleri. Günün ikilisi güneş ve yağmurdu. Yorgun argın eve geldi, bir şeyler atıştırdı, telefon görüşmeleri yaptı. Siyah kupasındaki kahvesini alıp çalışma odasındaki koltuğa oturarak derin düşüncelere daldı. Bir türlü üstesinden gelemediği, çözüm bulamadığı düşüncelerdi derin düşünceleri. Zilin çalmasıyla kendine geldi.  Evde olmadığı için sipariş verdiği kitapları getiren kargo şirketinin çalışanı her zaman olduğu gibi kargo paketini apartman görevlisine bırakmıştı. Teşekkür ederek paketi aldı. Çalışma masasının üzeri kitaplarla doluydu ve yeni gelen kitaplarla birlikte masada nefes alacak yer kalmadı. Çalışma masasını öylece bırakarak duşa girdi.

Onu rahatlatan şeylerden biri de dakikalarca akan suyun altında durmaktı. Yine dakikalarca suyun altında durdu. Sonra siyah bornozunu giyerek saçlarını kuruladı. Giyinmeye üşenerek yatağına uzandı. Bir saat kadar uyudu. Yataktan kalktı, bornozuyla mutfağa kahve yapmaya gitti. Bu akşam ona bornozu eşlik edecekti. Nedense giyinmek aklına gelmedi. Kahvesini yaptı, bir sigara yaktı. Balkon kapısını açtı. Serin havayı içine çekerek derin bir nefes aldı. Denizin üzerinde ışıklarıyla şerit oluşturmuş balıkçı teknelerini gördü. Daha önce bu kadar çok balıkçı teknesini aynı anda görmemişti. Aslında gördüğü sadece ışıklardı. Tekneleri göremiyordu karanlıkta. Palamut zamanı olduğu için onların balıkçı teknesi olduğunu tahmin etmiyor, biliyordu. Uzun süre ışıkları seyretti, seyretti... Bir sigara daha yaktı. Gökyüzünde tek tük yıldız parlıyordu. Ne gökyüzünün ne yıldızların artık ne anlamı vardı ki? Balkon kapısını kapadı. Çalışma odasına geçerek müzik açtı.

Çalışma masasındaki bir kitabın sayfaları arasında ucu gözüken bir kâğıt gözüne ilişti. Kim bilir hangi faturayı koydum yine kitap sayfaları arasına diye düşünerek aya kalktı ve kitabı eline aldı. Kâğıdın olduğu bölümü açtı ve… Fatura değildi o kâğıt. Gözlerinden akan yaşa engel olamadı. Sevdiği adamı toprağa verdikten birkaç gün sonra yüreğinden akanlardı.

“Elbette Tanrı’nın bir bildiği, bizim bilmediğimiz, bilemediğimiz var. Sevdiklerimizi, canımızı, can parçamızı ebedi istirâhâtgâhına uğurlarken bizim yakıştıramadığımız, Tanrı’nın yakıştırdığı ölüm.

Ölüm öyle bir ateş yakıyor ki geride bıraktıklarının yüreğinde, bedeninde, tüm benliğinde. Ta ki ölümle sönecek ve geride kalanların yüreğinde, bedeninde, tüm benliğinde ateşini ateşle yakacak.

Canının bir parçasının ansızın/zamansız gidişine inanmıyorsun, inanmak istemiyorsun. Kabullenmiyorsun, kabullenmek istemiyorsun geri dönüşü olmayan bu yolculuğu.

Nedenli sorgulamalar, haykırışlar, gözyaşları, donup kalmalar… Zihnin onunla dolu, bakışların ona odaklanmış, hayat o, yaşam o… Ondan sonrası?

Beyazlara sarılmış görüyorsun. Herkesten farklı gören bir tek sensin. Neden?

Bir avuç toprak atıyorsun.  Toprağı can bilip ellerinle seviyor, gözyaşlarıyla sulayıp dualarla selamlıyorsun. Tanrı’ya yalvarıyorsun “rüyalarımda benimle olsun” diye.

Zaman diyor herkes, zamanla alışırsın. Alışmalısın! Hayat devam ediyor ve hayatın içinde bir cüz olmak…

Yüreğimde, bedenimde, tüm benliğimde yanan ateşi söndürecek zaman kavramı var mı? Yoksa zaman, ateşi daha da alevlendirecek bir kavram mı?

Tanrı’nın bildiği, bizim bilmediğimiz, bilemediğimiz elbet var, zaman içinde…”

Elindeki kitap içindeki kâğıtla birlikte yere düşerken dizleri üzerine yere yığıldı. Gözyaşları artık sel olmuştu. Hıçkırıkları odanın duvarlarına çarpıyor, duvarlar kanıyordu. Birkaç gün sonra tam bir yıl olacaktı sevdiği adam gideli.  Tam bir yıl olacaktı sevdiği adamı ondan alan kaza olalı. O sabah öperek yollamıştı sevdiği adamı şehir dışı yolculuğuna. Nereden bilebilirdi ki o yolculuğun dönüşü olmayan yolculuk olduğunu. Kaza haberini iş yerinde almıştı. Ortak arkadaşları vermişti kaza haberini. Hastaneye nasıl gittiğini hâlâ hatırlamıyor. Kefenlenmiş halini görene kadarki süre hafızasında yok. Ne yaşadı o an ne oldu? Hep bir soru işareti olarak kaldı. Sadece yüzünü görebildi. Son kez dokundu, son kez öptü sevdiği adamı ve olduğu yere yığılıp kaldı. O günden sonra tek renk vardı hayatında siyah. Siyahtan başka hiçbir renk kullanmadı kıyafetlerinde, yatağında…

İçindeki ateş onu yaktıkça öfke duymaya başladı sevdiği adama. Neden onu bırakıp gitmişti? Neden onu onsuz bırakmıştı? Neden? Neden? Neden?  Affetmiyordu, affedemiyordu. Bir daha da gitmedi sevdiği adamın mezarına.

Ağlarken olduğu yerde sızdı kaldı. Karanlık bir odadaydı ve hiçbir şey göremiyordu. Bir ses evet, bir ses! Sevdiği adamın sesi. “Kıvırcık Civcivim, ne olur artık affet beni, öfkeni dindir. Ben seni bırakmak istemedim. Sen beni affetmediğin sürece ben burada hep karanlık içindeyim. Seni çok seviyorum, çok seviyoruuuuum, çok seviyoruu…” Birden gözlerini açtı. Duyduğu ses? Rüyasında mı duymuştu, yoksa?

Sevdiği adam ondan gideli tam bir sene oldu bugün. Son kez siyah giydi ve rengârenk çiçekler alarak sevdiği adama gitti. Çiçekleri sevdiği adamın toprağına dikti ve gözyaşlarıyla suladı.

“Seni affediyorum Böğürtlenim, affediyorum. Yanına gelene kadar sevginle yaşayacağım.”


İlginizi Çekebilir

Gün Batımı Tepesi

Gurbet TURAN

Mutlu Yıllar

Serap GÜNAYDIN

Ulan Para

Osman OSMA