Ayık Hisler
Kara yağız, çekik gözlü ve olabilecek en minyon 7 yaş...
Küçük kız için bu bir kriter olamazdı! Neymiş Kırkpınar güreşçileri gibi sağa sola devrilirmiş, eğreti dururmuş falan filan. Hem ne bilecekler ki onlar, çiçekli takunyasının üstündeyken kendini mavi küre içinde uçan Clementine kadar havalı hissettiğini. Hele bir de rengarenk takunyasından, kınalı ayak parmakları görünüyorsa. En sevdiği kemik takunyaydı. Yürürken tak tak çıkardığı ses, kendini çok önemli hissettirirdi. Annesinin giydiği tahta takunyalar da hiç fena sayılmazdı. Ağaç gövdesini saran yosunları hatırlatırdı rengiyle. O koca takunyalarla sokağa çıkmak, salına salına yürüyen bir yetişkin edasına büründürürdü. Bu haz duygusunun tanımı, Picasso tabloları kadar karmaşık ama aynı zamanda mükemmeldi onun için.
Hayat dersler vermek üzerine kurulu. Bunu şimdilerde daha iyi anlıyordu. Aslında o hazlı duygu, büyüklenme ve kibir duygusuydu. Hayatının derslerinden birini o ayakkabıdan bozma terlikler sayesinde aldı. Ya da tam tersi terlikten bozma ayakkabı. Her neyse işte! Boyundan büyük koca koca adımları atarken, kırılan mazgaldan içeride kaldı bir bacağı. Paslı demir parçasının bacağına girmesiyle duyduğu acı; içinde korku duygusunu da barındırıyordu ve böylesine bir acıyı ilk kez deneyimliyordu.
Böbürlenmek şeytani bir his miydi? Bunu o zamanlar da anlayabilmek zor. Aslında şimdi de öyle. Ne hissetmeli, nasıl hissetmeli? O haz duygusunu şeytani olanla ayrıştırmak mümkün mü? Her yaşın duyguları karmaşık ve ayıklamak ustalık istiyor belki! Nasıl tanımlamak yahut kullanmak kişiye bağlı olabilir tabi. Ya da başkalarının tanımlamasından esinlenmek de bir tercih. Sebahattin Ali'nin kitabında bahsettiği gibi mesela; “Ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması.”