Kayıklaraltı
-Şoför bey, müsait bir yerde durur musun? Burada ineyim.
-Tamam abi.
-Buyur, üstü kalsın.
-Sağ ol abi.
Vay…Vay…Vay! Ne olmuş buralar böyle? Bu cadde havuzdan Londra asfaltına çıkan cadde değil mi? Evet o! Şu köşede Coşkunların bahçe içinde iki katlı evi vardı. Yerine pasaj yapmışlar. Eeee! Ben buralardan gideli elli yıl oldu. Onca sene. Dünya değişti, burası mı değişmeyecek! Köy olarak kalacak değildi ya. Aşağıda havuz vardı. Havuz duruyor mudur acaba? Her yere bina dikmişler baksana, havuz falan kalmamıştır. Aşağıya doğru yürüyeyim, havuz kalmış mı kalmamış mı görürüz. Hey gidi günler hey! Caddeyi trafiğe kapatmışlar. Ne kadar kalabalık! Şuralarda bir yerde Yusuf Amca’nın evi vardı. Pembe, tek katlı, güzel bir evdi. Yusuf Korlu, köyün son muhtarı, Avcılar’ın ilk belediye başkanıydı. Bu apartmanlardan hangisinin yerindeydi evi, bilemedim şimdi. Onca yıl, baksana nasıl değişmiş. Aaaa! Havuz değil mi şu! Vallahi havuz duruyor, ama ortasına heykel falan dikmişler, bayağı bakımlı, havalı olmuş. O eski havuz değil. Olsun havuz duruyor bari. Şu caddeyi takip edersem Ambarlı’ya inerim galiba?
Ben bilerek isteyerek yapmadım. İkimiz de gençtik, kan damarlarımızda deli deli akıyordu. Sinirle itiştik, sonra o düştü. Ben öyle olsun istemedim ki! O benim en yakın arkadaşımdı. Hatta arkadaştan ileri kardeşimdi… Şu aradan minare gözüküyor. Ambarlı Camii mi o? Şu sokaktan gidersem önüne çıkarım herhalde. Evet! Caminin önüne çıktım. Caminin altı da Kayıklaraltı’ydı… Şurada denizin içine çakılı kazıklar üstünde ahşaptan salaş bir gazino vardı. Gazino dediysem adı gazinoydu. Bildiğin meyhane. Özellikle geceleri çok güzel olurdu. Bir kere babamla gitmiştik. Şuradan aşağıya ineyim… Aman Allah’ım! Kayıklaraltı’nın yerinde yeller esiyor. Buraya mendirek yapılmış… Şuralarda bir yerde olmuştu o olay. Hayatımın karardığı yer. Katiller mutlaka olay yerine dönerlermiş. Ben de elli yıl sonra döndüm işte! Buralarda karaya çekilmiş kayıklar vardı. Aralarında bizim kayık da vardı. Bizimkinin üstüne çıkıp oturduk. Ben çok heyecanlıydım. Hayatımda ilk kez âşık olmuştum. Yerimde duramıyordum. En yakın arkadaşımla, Metin’le paylaşmak istedim... Şuraya barınak yapmışlar. Ne kadar çok tekne var. Eski kayıkların yerini tekneler almış. Şurası Belediye Kampı’ydı. Şu tarafta, beton iskelenin sonunda da bir bankanın kampı vardı. Hangi bankaydı ya? Unutmuşum. Kafa mı kaldı? Ne kafa kaldı, ne ciğer!.. Dedim ki, “Ben âşık oldum”. “Helâl sana” deyip sırtıma vurdu. Âşık olmak o zamanlar önemli bir şeydi. Bir kıza açılabilmek, hele hele elini tutabilmek büyük olaydı. Şimdiki gibi değildi. Gerçi ben daha kıza açılamamıştım. Kendi içimde yaşadığım bir âşk! “Kime?” dedi. Ben en yakın arkadaşımın desteğini almışım, nasıl gururluyum, büyük bir iş becermişim gibi. “Leyla’ya” dedim coşkuyla. Yüzü karardı ama ben o heyecanla anlamadım. “Hangi Leyla’ya?” dedi. Ben hâlâ farkında değilim. “Hangi Leyla olacak, sarı Leyla” dedim. Sapsarı uzun saçları vardı. Kayıktan aşağıya atladı, “Leyla’yı ben seviyorum” dedi… Almanya’da kaç doktora gittim. Hepsi de aynı şeyi söyledi. Ciğerler bitikmiş… Ben de kayıktan atladım, “Hayır! Leyla’yı ben seviyorum” dedim. Sen seviyorsun, ben seviyorum derken itişmeye başladık. Oysa kızın bizim aşkımızdan haberi yok. Biz kendi kendimize gelin güvey oluyoruz. Gençlik işte. Kayıkların arasında itişmeye başladık. Bir o beni itiyor, bir ben onu itiyorum. Ayağı bir kayığın yerdeki çapasına takıldı, sırt üstü yere düştü… Aslında önce benim kafa gitmeye başladı. Bazı şeyleri hatırlamıyordum. Özellikle de yeni şeyleri. Bazı olayları karıştırıyorum falan. Doktorlar, “Yapacak bir şey yok. Ancak yavaşlatabiliriz” dediler. Bazı ilaçlar verdiler. Kafayı düzeltmeye uğraşırken… Sırt üstü yere düşünce, kırık bir şarap şişesi boynuna saplandı. Geceleri köyün gençleri kayıkların arasında şarap içer, şişelerini de ortada bırakırlardı. Şişelerden biri kırılmış işte. Kan fışkırıyor, ben şoka girdim. Öylece bakıyorum. Metin elini uzatıyor, yardım istiyor. Ama ben o eli tutamadım. Ona yardım edemedim. Yardım çağırsam, acaba yaşar mıydı? Bunu çok düşündüm. Düşüne düşüne kafayı yedim zaten… Genç bir Türk doktor vardı Almanya’da. En son ona gittim. “Amca” dedi, “Çok vaktin yok!”… Ben şoktan çıkınca tabanlarım kıçıma vura vura eve koştum. Babam bahçedeki çardağın altında oturuyordu. Beni öyle alı al moru mor görünce ayağa fırladı, “N’oldu lan, hortlak görmüş gibi ne koşuyorsun?” dedi. Ben soluk soluğa olayı anlattım. Bana bir tokat çaktı, gözümün önünde yıldızlar uçuştu. “İyi halt ettin hergele. Benim derdim bana yetiyor, bir de seninle mi uğraşacağım” gibi bir şeyler söyledi. Babam balıkçıydı hesapta. Ama biraz karanlık yanları da vardı. Sigara kaçakçısıydı. Gündüz balıkçı, gece kaçakçı yani. O zamanlar Amerikan sigaralarının satışı yasaktı. Babamın ortağı vardı Yılmaz Abi. Ara sıra, bir yerlerden haber gelir, şu saatte, şu gemiden diye. Babamla Yılmaz Abi, bizim kıçtan motorlu kayıkla gece çıkarlar, açıkta, söylenen gemiden aldıkları sigaraları kayığa yükleyip Gürpınar’a götürürlerdi. Orada bir bağ vardı, kimin bağı hatırlamıyorum, bekçisi vardı Mahmut, sigaraları o bağda saklarlardı. Sonra birileri sigaraları oradan alırdı. Bu olaydan önce bir gece babam beni de götürmüştü yanlarında. Aklı sıra bana işi öğretiyordu. Neyse! Onun için sık sık başı polisle, jandarmayla belaya girerdi. Sonra enseme bir tokat daha aşk etti, “Düş lan önüme pezevenk” dedi. O zamanlar 62 model siyah bir Impala’sı vardı. Bindik arabaya doğruca Gürpınar’a gittik. Beni Mahmut Abi’ye teslim etti, birkaç gün saklamasını söyledi… Genç doktor, “Git sevdiklerinle vakit geçir, helâlleş, yapacak bir şey yok amca” dedi. Ben Almanya’da elli yıl tek başıma yaşadım, sevdiklerim buradaydı, onlar da çoktan öldüler. Kiminle vakit geçireyim? Bir gece Metin’i gördüm rüyamda…. İki gün sonra gece yarısı babam Yılmaz Abi’yle geldi, beni aldılar, sahile indik, bizim kayıkla açıldık, bir gemiye yanaştık. Önce gemiden sigara aldılar, sonra da beni Müller diye birine teslim ettiler. Babam Müller’e, kese kağıdı içinde yüklüce bir para, benim elime de, Ziya Kaptan diye birine vermem için bir mektup tutuşturdu. “Müller seni Ziya Kaptan’a götürecek. Sana para da verecek. Ziya Kaptan’a mektubu ver, gerekeni yapar” dedi… Metin rüyamda “Benimle helâlleşmeyecek misin?” diyordu. Onu rüyamda görünce fena oldum. Ben elli yıldır yaşayan bir ölüydüm zaten. O olayın vicdan azabı, onca sene içimi de, beynimi de kemirdi, tüketti!... Neyse geminin ambarında üç aylık zorlu bir yolculuktan sonra Frankfurt’a vardık. Müller beni Ziya Kaptan’a teslim etti, giderken de biraz mark verdi. Ziya Kaptan bana kol kanat gerdi. Önce kaçak çalıştım, sonra Ziya Kaptan işi kılıfına uydurdu, oturma ve çalışma izni aldım. Sonra da Alman vatandaşı oldum. O günden beri de Türkiye’ye ayak basmadım… Metin’i her gece rüyamda görmeye başlayınca helâlleşmek için dönmeye karar verdim.
Bu olayın muhasebesini elli yıl boyunca çok yaptım çok! Acaba kaçmak yerine yardım mı çağırsaydım ya da dönüp polise teslim mi olsaydım? Ama bir türlü karar veremedim. Belki dönüp teslim olsam cezam neyse yatar çıkardım. Böyle elli yıl boyunca kendi kendimi yiyip bitirmezdim. Ama ben onu isteyerek öldürmedim ki! Zaten isteyerek asla öyle bir şey yapmazdım. O benim en yakın arkadaşım, kardeşimdi. Yaşasaydı zaten o da benim onu kasıtlı itmediğimi, öldürmediğimi söylerdi.
-Evet söylerdim.
-Metin! Sen ne zaman geldin?
-Ben hep buradaydım. Hiçbir yere gitmedim ki!
-Metin ben seni bilerek öldürmedim. Seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. Biz seninle kardeş gibiydik. Sana hiç zarar verir miyim?
-Leyla’ya ben âşıktım. Gittin sen de ona âşık oldun ama.
-Bilmiyordum. Bilsem yan gözle bakar mıydım ona?
-Sormadın ki!
-Söylemedin ki!
-Bilseydin âşık olmazdın değil mi?
-Vallahi de olmazdım billahi de olmazdım.
-Tamam o zaman.
-Beni affettin mi?
-Affettim. Hadi eskisi gibi denize girip yarışalım mı?
-Şimdi mi?
-Evet. Çekinecek ne var? Burası bizim Kayıklaraltı’mız.
-Ayıp olmaz mı? Mayom yok.
-Ne ayıp olacak. Zaten hava kararıyor, kimse yok etrafta. Üstündekileri çıkar, bırak bir kenara.
-Tamam.
-Hadi çabuk ol, ben giriyorum.
Elbiselerimi katlayıp kenara koydum. Metin’in ardından denize girdim. Tıpkı çocukluğumuzdaki gibi yarışıyorduk. O benden birkaç kulaç öndeydi. Sürekli “Hadi yetiş bana” diye bağırıyordu gülerek. Ona yetişebilmek için daha hızlı, daha hızlı kulaç atıyordum. Birden göğsümün ortasına bir öküz oturdu sanki. Nefes alamıyordum. Metin hâlâ “Hadi yetiş bana” diye bağırıyordu. “Nefes alamıyorum” dedim güçlükle. “Nefes almana gerek yok” dedi, yüzündeki gülümseme solmuştu. Dibe doğru batmaya başladım. Metin elimi tuttu, beni yukarı çıkardı. Yükselmeye başlamıştım. Bedenim aşağıda kalmıştı. Birden hafiflemiştim. Elli yıldır omuzlamak zorunda kaldığım yük, aniden üzerimden kalkmıştı. Metin’le el ele, beyaz bir ışık hüzmesinin içinde, çocukluğumuzdaki gibi, kahkahalar atarak, koşuyor koşuyorduk…