İnsanlar Sadece Mutluluğu Anlatsaydı
Bugün çok tuhaf uyanmışlar, alışmış oldukları ne varsa hepsinin değişeceğini hissetmişlerdi. Çoğunuza saçma gelecek ama insan âlemi olacakları önceden hisseder, yaşayacakları güzel anları da kötü anları da kendileri hazırlar. Aklı güzel olan insan suyun saflığını, gücünü, hiç kimseyle savaşmayan o dik duruşunu ve sadece kendiyle olan dansını hisseder. Ve yaşar. Suyun kendiyle olan ahengi, çevresindekilerle olan uyumu hayranlığa şayandı. Bu ahengin insan ruhunda şekil almış haliyse aşktı. Onlar da dile dolanan bu duygunun peşindeydiler.
Üstlerini değiştirdikten sonra birlikte evden çıktılar. Birinin elinde laptop çantası, diğerinin elindeyse küçük bir çantayla evrak dosyası vardı. Aradıkları aşktı ama yaşadıkları yarattıkları fetişizmlerdi. Tapındıkları onca yanlışı, tıpkı kuşların hapsedildiği kafeslerinden dışarı bırakılması gibi bir gün vazgeçip bırakırlarsa, işte o gün aşkı bulacaklardı. Bir şeyleri gerçekleştirmek için hep uğraşıyorlardı. Çabaları ne kadar çoksa kaygıları da o kadar çoktu. Kaybetme duygusu benliklerini sardığı için etraflarını da örümcek ağlarıyla sarmaya başlamışlardı. Modern dünyanın modern çözümleri artık hayatlarının içindeydi. Neredeyse düşüncelerinin bile sigortasını yaptıracaklardı. Tehlikelerden korunmak için ördükleri bu ağlar onların hareket etmelerini engellerken, korkularının kölesi olduklarını görmüyorlardı. Zarar görmemek için ağ örmeyi öğrenmiştiler ama kendilerini korumak için yaptıkları ağların üstünde yürüyebilinmesi gerektiğini unutmuşlardı. Rahat rahat nefes alabilmeleri gerektiğini öğrenememişlerdi.
Öğlen olmuştu. Ofiste yemek sırasında bahsedilen olaylar sonrasında hiç kimse kötülük yapana dokunmuyor ki diye yorum yaptılar. Herkes başını salladı, evet, evet haklısınız diye onaydılar. Sonra yeni önlemler eklendi hayatlarına. Mesela o gün eve gidince ilk işleri yeni çelik kapı taktırmak oldu. Hırsızların açması zor olan bu kapıyı ve bunun gibi önlemleri o kadar çok kişi yaptırıyordu ki… Kötülere düşense o kapıyı nasıl açacağını öğrenmek oluyordu. Ne feci… Korkularının onlara yaptırdıklarını yaşıyorlardı. Yani kabukları ev olmak yerine tabutları oluyordu. Dünyaysa üstlerine atılan toprak.
Gölgesinde dolaştıkları bu koca duvar üstlerine yıkıldığında kaybetmekten korktukları varlıklar –aslında hiçbir zaman onların olmayan bu varlıklar- yok olunca asıl sahip olduklarını, aşkı tanıyacaklardı, ama ne zaman?
Saat beş olmak üzereydi. İşler hafiflemişti. Sıra ofisten eve geçince yapılacakları planlamaya gelmişti. Yol üzerinde markete uğranacak, faturalar ödenecek... Ayakları hatta beli çok ağrımıştı bunları da yapınca. Bütün günlerini planlı yaşarlardı. Plan yapınca zamandan tasarruf yapabileceklerini sanıyorlardı. Onların bu halleri beni çok güldürüyordu. Plan ile hiçbir şeyden tasarruf etmedikleri gibi mutlu da olamazlardı. Gereksiz önlemlerin altından yeter diyip bir çıkabilselerdi her şey yoluna girecekti. İkisi de korkuları yerine duyguları ile yaşamayı öğrenmeliydiler. Nihayet akşam yemeğinden sonra günün bütün koşuşturmacası son bulmuştu. Balkonda etrafı izlemeye başladılar. Birbirlerine günlerinin nasıl geçtiğini anlatılar. Sohbetleri uzun süre devam etti. Tahmin edeceğiniz gibi anlattıklarına hiç şaşırmamıştım. Kaygı, kargaşa boldu. Kaos içindeki bu halleri belki de onları önemli bir insan gibi hissettiriyordu. Aslında bu kaosların hepsi yalandı. Duydukları kahkaha sesleri ile ikisi de bir anda sustu. Bir süre dinlemeye devam ettiler. Kahkahalar son bulmuyordu. Gülen bu insanları mutlu eden neydi? Artık merak etmeye başladılar. Onlar için ilk değişim çabası böylelikle başlamıştı. Şu dünyada insanlar sıkıntıları yerine mutluluklarını anlatsaydı diye düşündüler. Hâlbuki kendileri de hiç güzel anıları anlatmamışlardı. Bunu fark ettikleri an gülmeye boğuldular. Hani herkes mutluluğun peşindeydi diyerek tekrar güldüler. İnsan mutluluğunu neden anlatmaz ki… Masada duran atıştırmalıklardan ilk kez ağızlarına attılar. Kendilerine yarattıkları fetişizmlerle, hayattaki güzellikleri hissetmek, anlatmak zor geliyordu. Saatin epey geç olduğunu fark edince biri bardakları diğeri masanın üstündekileri alarak mutfağa geçtiler. Bardakları yıkayıp ters çevirdikten sonra hiç konuşmadan uyudular. Ertesi gün cumartesiydi. Kalkacakları saati belirlememişlerdi. Kahvaltı düşünülmemiş, izlenecek film, okunacak kitap, gidilecek mekan, yani ilk defa ne yapacakları konusunda konuşup bir planlama yapmamışlardı. Onlara yabancı olan bu duygular ile kendilerini tuhaf hissettikleri her hallerinden belliydi. Sabah uyanınca ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Koşuşturmak yerine birbirlerine gülümseyerek baktılar. Olması gereken de buydu... Sudan çıkmış balığa dönmüş olsalar da insan, gidemeyeceği yere, ne yaparsa yapsın gidemezdi. Keyifli güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra arabalarına binip yola çıktılar. Sadece yolu izlediler, bir süre sonra o yeri görünce, durdular. Arabayı yanaştırdıktan sonra çantalarını aldılar. Mutluydular, planlar, programlar o kadar uğraşlar, boştu. Bir ay önceden ayırtılan yerler, o gün yaşayacağımızı bilmeden… Üstlerinde ki kaygı azalmış, koşuşturmacanın yerini, anı yaşamak almıştı. Saat kaçta eve döneceklerini de konuşmadılar, doğru zaman geldiğinde döneceklerdi. Arabanın geçemeyeceği o yoldan yürümeye başladılar. Adımlarını attıkları o an, deniz kenarında evlerin az olduğu güzel bir koyu izlemeye başladılar. Yolda yürürken izledikleri denizde, sahip olamadıklarını daha derinden hissettiler. Buna rağmen yüzlerindeki son bulmayan o gülümsemeye devam ediyorlardı. Rüzgârın sürekli yer değiştirerek onlarla oyun oynaması çocukluklarını hatırlattı. Yaptıkları sakarlıkları anlattıktan sonra, denizin yaşadığı o aşkı fark ettiler. Bazen iki adım geri bazen iki adım ileri gitmesi, kendini var ederken, seni yok etmeyişi, arınmak zorunda kalmayacak insan gibiydi…
Zor olan arınmak zorunda kalmayacak insanı bulmak mıydı? Yoksa olmak mı? Yetişkinler hep özlüyordu, özledikçe arıyordu, bulamadıkça hırçınlaşıyor, hırs yapıyor ve kendine hep yeni putlar oluşturuyordu. Niye mi? Sadece duygularını yaşadıkları o hallerini özledikleri için. Çocukken sahip oldukları tertemiz zihni, kalbi, dinlediği masalları, oynadığı oyunu... İşte bu yüzden dinlediği masalların yerini, şarkılarla doldurmaya çalışıyorlardı. İçtikleri çayın, portakal suyunun, biranın, şarabın var olma sebebi doğduğunda bu dünyada ilk tükettiği sütü arama çabasıydı. Gardrobu açtığı zaman ilk aradığı ve sürekli giydiği o kazağın tek sebebi küçükken nereye giderse gitsin sürekli üstlerine örtülen o battaniyeyi özleyişleriydi. Halbuki o battaniyeyi bulsalar üstlerine tam olmayacaktı. Bunlara takılı kaldıklarından, zamanla kahkahalarının yerini ümitsizlikler aldı, bütün eski bağımlılıkları yavaş yavaş değişti. Ayağında hep hareket eden ama sanki kötürümmüş gibi aynı yerde duran parmaklar gibi onlarla yaşadı. İşte mutluluğu, aşkı bulamamalarının tek sebebi kendi yarattıkları, tapındıklarıydı. İkisi de yorulmuştu. Dinlenmek için gölge bir yer bulup oturdular. Çantalarından çıkardıkları ufak atıştırmalıkları yediler. Gölgesine sığındıkları ağacın altına oturdukları an ağaçta hiçbir meyve yokken kocaman, yemyeşil erikler oluşmuştu. Eriklerden yedikten sonra tekrar yürümeye başladılar. Bu sefer sohbete dalmışlardı. Çantaları hafiflemişti. Onlara dimdik vuran güneşin yanında, gökyüzünde onları korumak için duran bir bulut vardı. Her şey onlar için yaratılmıştı. Sadece yaratılanı yaşamak ikisine de çok iyi gelmişti. İnsan doğduğu an aşkı, aşkın içindeki tüm bereketi yaşarak gelmişti.