İstanbul'u Hiç Sevmiyorum

Sabahın erken saati otobüsü kaçırmamak için koşarak evden çıkmıştım. Sabah sokaklar sakin, otobüslerse tıklım, tıklım insan dolu olur.

Gözleri açıkken, hatta ayakta direnirken, insan uyuyabilir miydi? İşte bu; İstanbul insanlara bunu öğretiyordu. Bense öğrenmemek için İstanbul’la inatlaşıyordum. İnsanların zihinlerinde geçmişten gelen pişmanlıklar… Geçmiş derken bir dakika öncesi de onlar için hep pişmanlıktı. Asla kendileri gibi olamadıkları için bu çukurun içinden çıkamıyorlardı. Zihinleri, elleri, ayakları özgürken felçliymiş gibi yaşıyorlardı. Bu İstanbul’da insanları çok kolay kandırıyorlardı.

Haydarpaşa’dan aşağı inerken denizin kokusu, insanların burnuna buram buram gelmeye başlıyordu. Son durak Kadıköy de otobüsün kapıları açılınca denizin ve gökyüzünün umudunu ve yaşadığı huzuru da içime dolduruyordum. Gözleri açıkken ayakta uyuyan insanlar ise betona bakarak koştur koştur yürümeye devam ediyorlardı. Neyi başarmış olacaklardı acaba bu insanlar. Günün sonunda mutluğunun ne olduğunu bilmeyen insanlar, 6 Şubat’ta yıkılan evler gibi yığınlar oluşturuyordu. Görünmeyen bu insan yığınları gökyüzüne doğru değil de yerin altına doğru sürekli kazıyorlardı. İstanbul’a âşık olacak sebepler çokken ben bu yüzden İstanbul’u hiç sevmiyordum.

Kadıköy iskelesinden kalkan, Eminönü vapurunun İstanbul’la olan dansı, evet; efsunlu bir cennet güzelliği gibiydi. Hatta vapura binmek nostaljik bir an değil de sanki İstanbul’da yaşamış bütün insanlarla, aynı gün tek bir gemide yolculuk etmek gibi bir şeydi.  Vapurun peşine takılan martıların, küçücük bir simit parçası için takla atışını görmekte İstanbul’un, sadece benim gibilerine yaşattığı bir ıstıraptı. Çünkü martıların özgürce uçmasını sağlayan kanatlarına, hayranlıkla bakmamı engelliyordu. İşte bu İstanbul’da tüm canlıları bu kadar kolay kandırıyorlardı; aç bırakırız korkusu ile başları hep aşağı eğdiriliyordu.

Metroda yolculuk ederken de başları hep öne eğik olan insanları izlerdim. Kendi mezarını kazmaya devam ederlerken, hep başkalarını suçlayışları ve yaşarken ölmüş gibi davranmaları ne büyük bir acıydı…

Eminönü’nde mendil satan küçük kızın gözündeki üzüntüyü, para kazanmak için dilenen çocukların gözlerindeki arsızlığı ve öfkeyi görmekten de hoşlanmıyordum. Herkesin üstündeki elbise aynı olamaz, cebindeki paranın miktarı bir olamazdı ki. Bazı insanlarınsa dudaklarındaki dolgu, burunlarına yaptırdıkları estetik, rezidans da oturuyor olmaları daha mutlu olduklarını göstermiyordu. Bu insanların, mendil satanları küçük görüp sınıf farklılıklarını oluşturmalarını da kabul etmiyordum. Vitrine asılan, belirlenmiş hazların peşinden koşan, kendini sonradan görmüş zanneden insanların akıl yoksunluğu içinde yaşıyor olmalarına beni şahit eden İstanbul’u işte bu yüzden hiç sevmiyordum.

Aşkların en büyüğünü de barındıran, iblisin en kötüsünü de yaşatan İstanbul’un; özgürce yaşasın diye dünyaya atılan bu insanların muhteşem yanlarını köreltip, ruhuna hiç uymayan köleliği yaşatması sizce bir sınav mıydı? Çok öğrenmek için çok acı çekmek mi gerekiyor?

Herkese, her şeyi kabul etmeyi öğreten şehrin adıydı İstanbul.  

 


İlginizi Çekebilir

Sığamıyorum

Dilek TAŞ ARSLAN

Ama

Serpil GÜNDAY

Yemyeşil Umutlar

Selvi GÜLBAHAR