İstanbul Dünyadan Büyük Değil

Gökyüzünde süzülen kuşun kanatlarına bakınca uçmaya değil de kanat olmaya özeniyordum. Suyun içinde yaşayan balığın, solungaçlarına değil de su katmanında yaşamasına tutkundum. Ben bu duyguları yaşarken insanlarsa bitmek tükenmek bilmeyen zaman içinde yetersizlik duygusuna kapılıyordu.
Kim anlatmıştı bilmiyorum ama zamanı hiç doğru anlatmamışlardı. Saatin işleyen dakikalarını kanıt sayarak sürekli işleyen ve tükenen soyut gerçeklik diye inandırarak yetişememe duygusu ile eksik ve beceriksizlik hissini benimsetip insanları son nefesine kadar iki ayağından birini kırıp ellerindeki on parmağı kesiyorlardı. Zamandan bu denli habersiz ruhlar, aklın kıblesi yapıyordu saliseleri… Halbuki saat ne zaman gecenin güzelliklerinin başlayacağını ve sonunda gündüzün bütün renkleriyle ne zaman doğacağını anlatıyordu.
Bir gün olanlar oldu.(2019 Covid) insanların elleri kolları iple bağlı olmamasına rağmen bağlıymışçasına durdu. Günler evlerde geçmeye başladı. Ağızlarda peçe gibi maskeler takılı dolaşıldı. Her dönem kadınlara karşı yapılan baskılar bu dönemde herkese yapıldı ve erkekler ve çocuklarda maskelerle ağızlarını örtü.
Aileler aynı tencerede pişen yemeği aynı evde yedi ama yan yana yürüyemedi. . Çocuklar ışığı evin tavanında asılı olan avizeden öğrendi. Yaşlılar ölümden korktukları için kapılarını kimseye açmadı. Kimileri evinde hüzünlü, kimileriyse huzurluydu. Zaman denen hiçliğin içinde hiçbir yere koşmadan, el mahkûm yaşadılar. Özelliklede İstanbul gibi metropol bir şehirde yaşayanlar, hep insanların yaptığı –yol, ev,araba,süs bitkileri- yani neredeyse ışığın kaynağının enerji depolarına bağlı olduğunu düşündürecek bir sistemin içinde bağımlı bir şekilde yaşarken dünya unutuldu.  Sanırsın dünya yok; İstanbul dünyadan büyük!
Mevlâna der ya; ‘Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen hiç ol…’  işte bu hiçlik bilinci zamana işlenmişti ve insanlara öğretmek istediği buydu. Güneşi yeniden yaratmak veya hükmetmek değildi zamanın ve bilginin amacı.
Attığı her adımı zamana göre belirleyip koşturanlar, zamanı; planlar içinde yaşayarak yakalayamayacaklardı. Zaman hep bir başlangıçtı; kışın ilkbahar ve yazı, yazın da sonbahar ve kışı getirmesi gibi.
Şu an sakince durup derin bir nefes alıp etrafında dolaşan havayı gözlerini kapatarak hissetsen... İşte bu duyguyu gözlerin açıkken de hissetmeyi başarırsan, o gün yapabildiklerin asıl yapman gerekenler olduğunu, yetebilmeyi ve yetişebilmenin nasıl bir duygu olduğunu anlayacaksın. Yani ne okuyacağın kitaba geç kalırsın, ne yiyeceğin yemeği soğutursun ne de binmen gereken otobüsü kaçırırsın. Binemeyeceğin o otobüse zorla binmek için uğraşmaktan vazgeç.
Bu gereksiz çırpınmalar önce aklı delirtip sonra ruhunu bunalıma sokuyor.  Bilgi edinmek için uğraşırken, bilginin nasıl mümkün olduğunu unutmak gibi.  Yani İstanbul dünyanın üstünde küçücük bir yerken sanırsın İstanbul dünyadan büyüktü, öyle yaşıyordu insanlık.
Sonra ne mi oldu? Evreni şekillendirebilme gücüne sahip olduğunu düşünenler çıktı. Yasaklar yaşamamız için konuluyordu. Bütün düzen insanların daha iyi, daha rahat yaşaması için yapılıyordu. Birileri işlerine hep devam ediyordu. Hastalıklar çoğalmasın diye önlemler alınıyordu, bir yandan savaşlar –hepsi bir avuç insan için- başlıyor ve devam ediyordu, basın; salgını bütün çıplaklığı ile dile döküp, ekonomik zorluklardan bahsediyordu ve doğa her zaman yapması gerekeni yapıyor, yoluna devam ediyordu.
Yani; İstanbul dünyadan, Washington evrenden büyük değildi! İnsanlar doğaya hükmedemeyecekti! Rahimden doğanlar evrenin bir solucanıydı ve ne olursa olsun hayat devam edecekti.
Benim düşündüğümse bu cümleleri elli yıl sonra okuyanlar neyi merak edecekti? Bence peçeye benzeyen maske takan erkekleri, kadınları ve ölüm sayılarını…

İlginizi Çekebilir

İstanbul

Erol ÇOLAK

Gelinciğe Mektuplar

Deniz ÖZBAY