Kız Kulesi
İstanbul’un simgelerinden bence en güzeli. Dünyanın en yalnız ve bir o kadar da gizemli yeri.
Mayıs ayının ikinci haftasıydı. O gün, arkadaşım Neşe’nin bana sürpriz yapacağından hiç haberim yoktu. Sabah Üsküdar sahilinde buluşalım, denize karşı bir kafede kahvaltı yaparız dedi. İskelede buluştuk. Neşe büfeden iki bilet aldı. “Seni bugün çok görmek istediğin bir yere götüreceğim” dedi. Ben ise sabahın tazeliğini yutmuş gibi güneşin temiz havasını içime çekiyordum. “Hadi motora binelim birazdan hareket edecek.”
Hayatımda hiç motora binmemiştim. Çok heyecanlandım. Bir anda karmakarışık oldum. Biraz dengelenmek için soğukkanlı olmaya çalıştım.Bedenimi kaybolmuş gibi hissediyordum. Neşe’nin koluna sıkıca sarıldım. Motor biraz sallanıyordu. Denizin ortasındaymışım gibi ayaklarım yerden kesilmişti.
Kutsalların kutsalını tasvir eden küçük adacığa ilk kez adımlarımı atarken, burası dünyanın merkeziymiş gibi hissettim. Bir bütünün ruhsal akımlarını, evrenin her yerine sinyal dağıtan çanak antenine benzettim. Sanki radyo istasyonu gibiydi beynimin içi. Hangi kanalı ayarlarsam, geçmişi anlatan farklı bir hikâye dinleyecektim. Suyun içinde galaksi vazifesini yapıyor gibiydi kule.
Kendi içinde birçok bilgiyi barındıran kulenin, ne zaman yapıldığı hakkında pek bir bilgi olmamakla birlikte, bazı kaynaklarda da kulenin mimarisinin yapılanma sürecinin milattan önce 340’a kadar indiği görülmekteydi. Bizans devrinden kalan tek eserdi. Karadeniz’in Marmara’yla birleştiği yerde küçük bir ada üzerinde kurulmuştur. Çağlar boyunca, deniz feneri, hapishane, gümrük istasyonu gibi, birçok farklı amaçlarla kullanılmıştı.Evliya Çelebi seyahatnamesinde kuleyi şöyle tarif eder. Dört köşe sanatkârane olarak yapılmış bir yüksek kuledir. İki taraftan yerde kapısı vardır.
Bu iki kapı da bana göre bitmeyen yılan hikayesinin giriş ve çıkış kapısını anlatıyordu. Kendi başını yiyen yılanın kuyruğu gibi metafizik boyuttan algılanabilir, elbette rüyamsı bir duyguydu. Günümüze kadar motiflere işlenmiş sembollerle, armalarla ve hatta dünyanın ortak sembolü olan dinlerin, tıbbın ve içinde birçok çağları simgeleyen, çözülemeyen tel düğüm gibi bir akım amperiydi.
Adaya girdiğimde önce kulenin dışını dolaştım. Köşesinde bir kuyu hikâyesi vardı. Başka ülkelerden gelip bekçiye bir kese altın verip, bekçiyi adadan uzaklaştırıp kuyunun dibini görmek isteyenler olmuştu. Fakat hiç kimse en dibine ulaşamamıştı. Kuyunun olduğu yere iyice baktım. Eski tarihli taşlar yoktu yerinde, zemini yeni şekilli taşlarla örtülüydü.
Hava sıcak olmasına rağmen ben üşüyordum. Sanki sudan bir dünyanın içindeydim. Neşe beni benle bırakmıştı. Biliyordu ben hem yanında vardım hem de yanında yoktum. Hüzünlenmiştim. Sanki bir sırrı saklayalım derken o sırrı kaybetmişler gibiydi. Dünyanın her yerine bağlı olan bu yapıda, dinlerden ve devletlerden yapılmış bir kehanet var gibiydi. Küçücük bir ada dünyanın kat kat yükünü taşıyordu. Evliya Çelebi boşuna demiyordu. Sanatkârane bir kule diye…
Bu kule diğer yapılara benzemiyordu. Sanki şeffaflığı farklıydı. Bence iki kapısı da iki dünya demekti. Aşık Veysel misali… Gidiyorum günüz gece. Burası tarih değil tarihten öte bir şeydi. Kurulan antlaşmaların gizli odası gibi, bilgiler suyun altında hem anahtar hem de kilit gibiydi.
Dış kapıda mermer sütunda Osmanlı tuğrası da bu antlaşmaların bir nişananesiydi. Bu kale küçücük olabilir fakat içine girdiğinde dört duvarını da açılmış hissedersin. Merdivenlerden çıkarken gerçekten de yılan hikâyesi gibi günümüze kadar uzanan bir ipin, hiç koparılmamış bir motifin işlenmesi gibi her ilmeğin arasından geçiyor gibiydim. Ağırlaştım, kendimi hiç görmüyordum. Burası gerçekten de hiç doğmamış bir bebeğin sancısını çeken anne gibiydi.
Yıllar önce oynadığım Tomb Raider oyununa çok benzetiyordum buranın stratejisini. Zor bir oyundu, yalnız başına bütün elementlerin içinden geçerek oynanıyordu. Bu gezi benim için ruhsal bir gezi olmuştu. En üst katında düşündüm, kralın kızını. Gerçekten de onu yılan mı sokmuştu. Belki de kavuşulmayan aşkları anlatıyordu. Leyla ile Mecnun gibi, devletlerin haç ile Hilal antlaşmasının ahit raporu muydu?
Bu gezi çok güzel ve de özeldi benim için, anıları bitecek gibi değil, ben paletlerimi çıkarıyorum. Kulenin en üstünde işlemeli demir korkuluklara tutunarak, iç sesimle sesleniyordum. İstanbul’um.
Yerin altından göğün üstünden her yere ulaşabilen bu ana santralden bir düş gibi ayrılıyorum. Neşe birkaç fotoğrafımı çekti. Küçük ada birdenbire tekrar dört köşe olup kapanmıştı. Oradan ayrıldık. Neşe; “Hadi şimdi güzelce bir kahvaltı yapalım dinlenirsin çayını içerken” dedi. Kahvaltımızı yaptıktan sonra hemen eve gitmedik. “Bugün daha tamamlanmadı hadi şimdi pastaneye gidelim” dedi. Ben de gölgesine ceket giyen bir sarmaşık gibiydim. Üsküdar'da yeni açılan bir pastaneye girdik. Cam kenarı açık olan mekânda oturduk. Ben ruhla beden halimi dengelemeye çalışıyordum. Garson bizim masaya mumları yanan çilekli pasta getirdi. Neşe bana bakarak; “İyi ki doğdun, iyi ki varsın arkadaşım” dedi.