Paşa

On dakika kadar çöpleri karıştırdı. Bulduğu bakır telleri, kabloları, somunları, delikli metal makine parçalarını, derisinin üzerinde kir katmanı oluşmuş bileğine taktı. Tuhafiyeci Birol’un tezine göre, önceden teknisyen astsubaymış ve katıldığı operasyon sırasında yaşadığı olaylardan sonra psikolojik dengesini kaybetmiş, “deli” (bu deli sözcüğü Birol’a ait) olmuş; metallere takıntısı o nedenleymiş.

Ablasının evi olmasına rağmen yaz kış demeden yarım bırakılmış inşaatlarda, sokakta, parkta yatardı. Açık alanları tercih etmesi, kapalı yer korkusu nedeniyle olabilirdi. Ne ki böylesi bir yaşam tarzı çok zordu ve ilk başta temizlik sorunu doğuruyordu. Üstünde kirden rengini kaybetmiş kabana benzeyen yırtık dökük bir giysi, altında yırtığından dizlerinin kiri gözüken kemer yerine çamaşır ipiyle bağlanmış bir pantolon ve genel görünümüne denk sayası tabanından açılmış bir ayakkabı vardı. Bu yüzden dayanılması zor koku yayardı çevresine.

Acıktığı zaman bir evin önünde, kaldırımda dururdu. Bu, “Acıktım, yiyecek verin.” demekti. Komşu kadınlar, Paşa’yı fark ettiklerinde evde ne varsa ekmek arasına koyar, verirlerdi.  Olmazsa mahalle esnafının gittiği lokantanın kapısının önüne gider ama asla içeri girmez, fark edilmeyi beklerdi. İçeri girmemesi, temizlik açısından durumunu bildiğini ve insanları rahatsız etmek istemediğini gösteriyordu.

Diğer zamanlarda kaldırımda oturur, insanlardan uzak dururdu. Bu yalnızca durumunu bildiğinden değil, kimi kendini bilmezlerin incitici tutumları nedeniyleydi. Bu nedenle insanlarla pek iletişim kurmazdı. Birol ve ben, onunla insani iletişim kurabiliyorduk. Yolda beni görünce ayağa kalkar, saygısını ifade ederdi. Konuşkan biri olmadığını bilsem de hâl hatır sorardım.

Kahvehanenin yanındaki büfeye sigara almaya gittiğim günlerden birinde Paşa, az ilerideki direğin dibinde duruyordu. Bir paket sigara da ona almıştım. Kendisine verdiğimde mahcupça gülümsemiş, beni kırmamaya özen göstererek ellerini arkasına saklamış ve “Yok!” demişti. Düşüncesizce ısrar ederek “Lütfen Paşa, biz arkadaşız!” demem yararlı olmamış, bir adım geri çekilmiş ve “Yok!” diye tekrar etmişti. Üzüntüm yüz ifademe yansımış olmalı ki “Bir tane…” demişti. Ben de paketten bir sigara çıkararak uzatmıştım, “Sağ ol.” diyerek kabul etmişti. O zaman anlamıştım, yardım ya da sadaka kabul etmediğini ama ikram kabul ettiğini. Paşanın bu soylu davranışını bilincime kazımıştım. Bir defasında da sigaradan başka ihtiyacını karşılaması muradıyla yedi sekiz ekmek fiyatı tutarında kâğıt para vermek istemiştim. Paşa yine bir adım gerilemiş, bildiğim o mahcup tavrıyla reddetmiş, belli belirsiz gülümseyerek “Bir lira ver.” demişti. Dostane dayanışmaya açık, ama sadakaya kapalıydı.

Mahallenin eskilerindenim. Onlarca insan tanırım her yaştan. Tanıdıklarım arasında tabii ki iyi insanlar çoğunluktadır. Çoğunluğunu severim ama hiçbirini Paşa gibi değil… İçinde bulunduğu koşullar dikkate alınırsa Paşa, oldukça kişilikli bir duruşa sahip.

Gazete okumak için kahvehaneye gitmiştim. Arkadaşlarım yan masada oyun oynuyorlardı. Biraz sonra telefon gelince biri eve gitmek zorunda kaldı. Onlar da oyun bozulmasın diye beni oyuna davet ettiler. İkisi sevdiğim arkadaşlardı ama üçüncü kişi değil… Gönülsüz olduğumu davranışlarımla göstererek oyuna oturdum. Birkaç el oyun oynadıktan sonra dışarı bakarken kahvehanenin önünde Paşa’yı gördüm. Belli ki bir ihtiyacı vardı. Arkadaşlardan izin isteyerek Paşa’nın yanına gittim. “Yemek yedin mi Paşa?” dedim, “Evet.” dedi. “Çay içer misin?” diye sordum, “Hayır.” dedi. Sigarasının olmadığını anladım, paketi çıkarıp ikram ettim.

Geri döndüğümde o sevmediğim vatandaş, sanki bir kusur etmişim gibi ve üstelik ukala bir tavırla “Amma da değer verdin şu Allah’ın delisine yaa, biz burada ağaç olduk!” dedi. Derken de arkadaşın birkaç el önce attığı sarı beşliyi çaldı.

Bilmeyenler için söyleyeyim; oyun oynanırken çay içilir, parasını da yenilen öder. Bu vatandaş, yenilgiden çaldığı o sarı beşli sayesinde kurtulacaktı. Akıllı geçinen bu vatandaş, birkaç çay parası vermemek için hırsızlık yapabiliyordu. İstekayı kapadım. Bu, artık oynamayacağım demekti.

Kime değer verilir kime verilmez konusuna girmeyeceğim. “Senin en sevdiğin insan kim?” diye sordum. “Babam.” dedi. “Babanın ülser veya siroz olduğunu öğrensen ne hissedersin?” diye sordum. Ortamda serin rüzgâr esiyordu ve herkes bunu fark etmişti. “Üzülürüm.” dedi. “Peki dostum! Bedensel bir rahatsızlık seni üzüyor da ruhsal bir rahatsızlık senin için niye alay ve aşağılama konusu olabiliyor?” diye sordum, cevap vermesini beklemeden kasaya giderek hesabı ödedim. Arkadaşlarla vedalaşarak kahvehaneden çıkarken o vatandaş garip garip bana bakıyordu.

Kaldırımda oturan Paşa, konuştuklarımızı duymamıştı. O yüzden de kahvehanede olup bitenden haberi yoktu ama yüzünde ilginç bir gülümseme ifadesi vardı.

 

 


İlginizi Çekebilir

Meftun Yolcu

Mine TAPINÇ

Mizan

Fatma SOYER

Aynıyız

Sema ZENGİN