Tamamıyla Özgür Olsan Kim veya Ne Olurdun?
Bugün bir yazı okudum “Kim olduğun söylenmeden önce sen kimdin, hatırlayabilir misin?” başlık ve konulu. Bir çırpıda bilincimin altından gelen cevaba mı güveneyim yoksa bir düşüneyim mi derken bile aklımı, egomu devreye soktuğumu fark ettim. Her ne kadar önce çocukluğumda ne olmak istediğim aklıma gelse de düşününce yeterli olmadığını gördüm. Aramızda kalsın “dansöz olacağım” deyip rahmetli anneannemi epey kızdırırmışım. Çocukların o masum ve daha kirletilmemiş akılları ve ruhları işte… Muhtemelen o pullu payetli kıyafetleri ve neşeli müzikti beni çeken. Ahşap oyma sandıklara kaldırılan dantel dantel anılara dalmış, tebessüm ederek düşünürken, masmavi gökyüzünü kaplayan açıklı koyulu bulutlardan dökülen sağanak yağmurlar gibi zihnimden ellerime, oradan kalemime aşağıdaki satırlar döküldü.
Tüm yaşadıklarımızdı bizi biz yapan. Düştük belki, sonra yaralanmamak için miğfer taktık; belki bizi koruyacağını düşünerek kalın duvarlar ördük korkunca, içine güneşin bile giremediği karanlık, kalın, yüksek duvarlar… Ya da belki de yaralarımızı tüm çıplaklığıyla açtık güneşte kurusun diye veya üstünü örtersek kapanır sandık derin kuyulara hapsettiğimiz çığlık çığlığa o dilsiz yaraları… Sonra döndük baktık kalbimize; kimimizinki kırılganlaşmıştı katılaşarak, kimimizin de yumuşamıştı esneyerek… Öbür dünyada hesap sorar mıydı acaba kalbimizde bize ya da kalbimiz sandığımız ruhumuzdu belki de? Sahi aklımız neredeydi? Akıl veya ruh aynı mıydı? Meslek seçiminde mesela aklını mı ruhunu mu dinlemiştin? Bu açıdan bakınca aynı olamazlardı. Çünkü ben aklımı dinlemiştim. Ama şunu da öğrendim ki hayat okulunda kalbimizin de bir hafızası var, sadece bir kas parçası değil ve bana hesap sorabilir. Hatta belki bilinçaltından gizliden gizliye soruyor bile hesap? Bilmiyorum ama seni seviyor, ancak şimdi pamuklara sarıyor ve af diliyorum kırılmış, yaralı kalbim. Ruhumsa gözbebeğim çünkü öğrendim ki bedeni değil ruhu öldürmek en büyük cinayetmiş.
Farkında olmadan neler yazılıyor neler çocukluğumuzun o bembeyaz defterine sonucunda “Buyuz işte biz” dedirten… O dönemlerde baharda taşan coşkun ırmaklar gibi akan hayatta dönüp yeterli ilgiyi gösteremiyoruz bile ne çocukluğumuza ne gençliğimize ne çocuklarımıza ne kendimize. Materyalist dünya bizi kölesi yapıyor ve korkumuz hayatı kaçırmamak oluyor hani abur cubur ağzına her şeyi atan obez çocuklar gibi. Derken kendimizi gerekli gereksiz bir sürü şeyin son hız peşinden koşarken buluyoruz aklımıza bile gelmeden durup yavaşlamak, ruha soluk aldırmak…
Tekrar soruya dönelim; ne olmak isterdik tamamıyla özgür olsak? Aslına bakarsanız çocukluk döneminde yapmak istediğimiz meslekler veya olmak istediğimiz kişilik örnekleri sınırlı doğal olarak. Dolayısıyla Gençlik dönemini mi düşünsek acaba? Gerçi onda da sosyal etki, etiket, kodlar vs. var. Bilemedim… Galiba en iyisi anda kalıp biriktirdiklerimizle cevap vermek bu soruya. Çok severek işletme okumuş ve bu konuda severek çalışmış biri olarak şu an olsa ruhumu dinleyip Arkeolog veya Sanat Tarihçisi veya Rönesans - Monet’nin Empresyonizm’i arası ressam veya Rönesans – Barok arasında heykeltıraş olmayı veya Gotik’te Mimar olmayı, belki Milet okulunda bir felsefeci - düşünür, belki Aristo’nun öğrencisi olmayı hatta belki Jane Austin romanında Darcy’sine kavuşan bir karakter olmayı ya da Marco Polo veya Evliya Çelebi gibi bir seyyah olmayı, hatta kıyıma sebebiyet vermeden, o bulduğu yeni kültürleri merakla inceleyen, yeni kıtalar, yeni yerler, yeni insanlar ve dostluklar, farklı yaşam ve inanç kültürleri keşfeden bir kaşif olmayı isterdim. Himalayalar’ın en tepesinde nefes bile aldırmayan amansız soğukluktaki gerçeğin karşısında engin ama sıcacık denizlerde yüzmek gibi hayaller... Bu yüzyıla ait değil galiba ruhum…
Ruh demişken hiç kulak verdin mi ona? Ezgisini, belki ağıdını, sana fısıldadığı şarkıyı dinledin mi? Ne anlatıyor sana? Baskılara direnerek özgür rehberliğine izin verdin mi? Bir kelebekti belki, uçacaktı özgürce ama ya ömrü kısaydı yetmedi ya da korkularına mağlup olup izin vermedin uçmasına veya hapsolduğu kozasını kıramadı… Doğan Cüceloğlu’nun dediği gibi aklını gönlünün değerleriyle yöneten insan yaşamının efendisidir. Buna göre çoğumuz efendi değil köleyiz veya köle olmuşuz bir vakitler. Ama unutmayalım ki hiçbir şey için geç değil. Tolstoy değil miydi 67 yaşında bisiklet sürmeyi öğrenen?