Kabullenmek Hayatı Kolaylaştırır

Kırk beş yaşında, zayıf, beyaz tenli, orta boylu, koyu kırmızı saçlı, yıllar önce kaçıp geldiği bir ülkede yalnız yaşayan bir kadındı. Kaçışı kimdendi, kaçabilmiş miydi bilmiyordu ama diline, kültürüne yabancı olduğu bu ülkeye alışmıştı artık. Zaman nerede olursa olsun akıp geçiyordu nasılsa. Önceleri zorlanmıştı evet ama artık günleri pek değişmiyordu. Bu şehirdekiler gibi erkenden kalkıyor, bir kahve bir kruvasan ile karnını tıkıyor, kendi ülkesinde sürekli duyduğu “Doğru düzgün bir kahvaltı yapılmadan evden çıkılmaz.” ı artık hatırlamıyor, kahvenin şişirdiği midesi ile işe gidiyor, mesai saati dolduğunda yabancılamayı bile kanıksadığı ülkenin sokaklarında kalabalığa karışıp dolanıyor ve evine dönüyordu. Eve yorgun argın döndüğünde ise çoğunlukla geçiştirdiği akşam yemeğinin üstüne biraz kitap okuyup bazen bir iki satır karalıyordu. Bazen de amaçsızca dışarıyı izliyordu penceresinden. Geride bıraktıklarını (kaybettiklerini) hatırlayıp daha farklı nasıl olabilirdiyi düşünüyordu.

O gece de başladığında sıradan bir geceydi. İşten yorgun argın gelmiş ve biraz televizyon karşısında uyukladıktan sonra yatağına geçmişti. Sabaha doğru çalan telefonun sesine uyanmış; bir daha da uyuyamamıştı. Karşıdakinin söyledikleri uykusunu dağıtmış, yüzü duyduklarıyla solmuş ve donuklaşmıştı. Saat 04.44’tü. Yataktan kalkıp evde dolandı bir müddet. Mutfağa gidip kendine gelmek için bir kahve yaptı önce. Sonra kahvesi elinde salona geçti. Şehrin en yüksek binalarından birinin on altıncı katında oturuyordu. Oldum olası perdeleri sevmediğinden evinin pencerelerinde perde yoktu. Kendi ülkesinde perdesiz oturmak hoş karşılanmazdı. Perdesi yoksa bir evin mahremine röntgen yasaldı gizil yasalarca. Gün karanlığa gömülüp giderken sıkı sıkı kapanırdı tüm perdeler.

Günün şehrin üzerine uzanmasını izledi penceresinden bir müddet. Önceki akşam yemek yemeyi de unuttuğu halde açlık hissetmiyordu. “Her saat hareketli bu şehir.” diye düşündü. Çocukluğunu, gençliğini yaşadığı şehirde de hareket hiç bitmezdi ama onların mahallesinde, şehir merkezinin aksine, akşam ezanı ile sessizlik çökerdi. Hava kararmaya yüz tuttu mu sokakta olmanın ayıplandığını hatırladı. Sinirlendi. İçinde dinmeyen bir şey vardı. Öfke, yetersiz kalıyordu bu duyguyu anlatmaya.  Başka bir şey… Öfke barındıran, kızgınlık, nefret ve isyan içeren bir değişik duygu yoğunluğuydu hissettiği.

Ne umutlarla kaçıp geldiği aile evine, ülkesine, şehrine gitmek için kalkacak ilk uçağa bir bilet alıp valizini hazırlamaya başladı. Üç beş kıyafet, bir defter, bir de kitap aldı; bu yolculukta yazıp okuyamayacağını bile bile. “Belki yazarım.” diye düşünürken buraya gelirken çok şey getirmediğini hatırladı. Sırt çantasına tıkıştırdığı birkaç tişört, çamaşır ve elinden hiç bırakmadığı defterleri… Bir de üstündeki pantolondu tüm getirdiği. Başka hiçbir şey benimle gelmesin, demişti. Bu sözleri söylediğinde bilmiyordu ki çulla çaputla gelmeyen şeylerin hepsi onunla gelecekti kilometrelerce uzağa.

Uzun zaman farkına varmadı bu gerçeğin. Bambaşka sokaklarda yabancı yüzler arasında güvende hissetti adımlarını atarken. Duyar duymaz anlamadığı dilde konuşulanlar heyecan verici bir ezgi gibi geldi kulaklarına. O dilde düşünmeye başladığındaysa her şeyin yanı başında öylece durduğunu gördü. Hatta şimdi… Birkaç saat evvel çalan telefonla sadece durmuyor, içine de çekiyordu onu kaçamadıkları.

Havaalanına gittiği taksi kırmızı ışıkta durduğunda yanına biri oturdu sessizce. Kırk yaşlarında, yabancıladığı bu ülkeye alışmaya başlamış, kendi ülkesine dönmeyi hiç düşünmeyen bir kadın. Tanıyordu onu ama konuşmadılar. “Kabullenmek hayatı kolaylaştırır.” dedi ve yüz metre geçmeden indi o kadın taksiden. Kadının ardından o görünmez oluncaya kadar baktı. Kabullenmemiş miydi? Hayatının hiçbir evresinde kolayca kabullenen biri olmamıştı. Çocukken bile… Ortaokulda katılmak zorunda kaldığı seçmeli(!) el işi dersinde kız çocukları ile örgü örmeyi, dantel işlemeyi reddederdi. O da erkek çocukları gibi kukla yapmak istiyordu ve bunu öğretmenine söylediğinde öğretmeni bu yüzden hem herkesin içinde onu azarlamış hem de suratının ortasına bir tokat atmıştı hemcinsleri gibi kabullenmediği için.

“Kabullenebilseydim hayatım kolaylaşırdı.” dedi ve indi taksiden havaalanına gelince.

İçinin daraldığını hissetti bir an. Derin bir nefes aldı, içeriye yürüdü ve bilet için kuyruğa girdiği sırada önündeki kadının iç sesini duydu.

“Çok özledim. Ama nasıl dönerim, ne derim yıllar sonra? “Ben geldimmmm... Özledim… Yok, hayır; diyemem. Dönemem.”  Otuz beş yaşında, özlemleri ile savaşan bu kadın biletini almadan kuyruktan ayrıldı. Göz göze gelmediler ama tanıdı onu. “Keşke, dedi. Bileti alabilseydin. Dönebilseydin.” 

Sıra kendisine geldiğinde o kadının alamadığı bileti aldı. Onun kadar tedirgin onun kadar yalnızdı.

Ağır adımlarla ilerledi uçağa. Vazgeçemezdi bu kez. Vazgeçemezdi.

Uçağa bindiğinde yirmi sekiz yaşında, genç bir kadının yanına oturdu. Saçlarını babasının tüm itirazlarına inat yenice kırmızıya boyatmış, kırmızının cesaretini gözlerinden yansıtan, ülkesini terk eden, kararlı bir kadının. Yüreğinin atışı dışardan duyuluyordu. Heyecanı, korkuları, umutları, hayalleri vardı o kadının. Onu izlerken gülümsedi ve “Senin cesaretin bende olsa şimdi.” diye düşündü. Birkaç cümle edecek oldu ona. Vazgeçti. Gözlerini kapattı sakinleşebilmek ümidiyle. Düşünmemeye çalıştı.

Uçak, tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir ülkenin havaalanına indiğinde kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Valizini bekledi uçaktan indikten sonra. Telefonunu açmadı bile. Valizi eline aldı ve ilerledi. Havaalanının içi bile ne kadar değişmiş; “Kim bilir dışarıda neler değişmiştir!” diye düşünüp şaşkın şaşkın etrafına bakınırken yirmi yaşında, el âlem ne der; evdekiler ne yapar diye umursamadan saçlarını kısacık kestirmiş, bir üniversite öğrencisiyle çarpıştı. Sırtında bir sırt çantası, ceplerinde hayalleri olan ama cesareti olmayan, ülkesinden, kalıpların arasından çığlıklarını duyurmaya çalışırken sesi kısılan bir kızcağız. Ayırttığı uçak biletini alamadan koşarak ayrıldı havaalanından o kız.

Çarpıştıklarında kızın düşürdüğü bir avuç dolusu hayali eğilip aldı yerden. Kıza seslenecek oldu; ceplerine doldurdu sonra onları. Taksiye binmekten vazgeçip durağa yaklaşan otobüse doğru koşturdu; eski günlerin anısına. Tıka basa dolu bir otobüste kendine yer buldu. Etrafı izleye izleye gidiyordu ki inmesine az bir zaman kala, lisesi bir kız bindi otobüse. Üstünde okul üniforması; elinde ders kitapları; aklında başka ülkelerin, başka hayatların hayali olan bir kız. Saçları ipek sarısı, uzun ve iki örgülü… Geldi yanında durdu kız. Gülümsedi kızın gözlerindeki ışıltıyı görünce. Ceplerine doldurduğu hayallerden birazını kızın saçlarına taktı.  Aynı durakta indiler o kızla. Aynı sokakta yürüdüler sessizce. Kız ne sarı, ipek saçlarına iliştirilen hayalleri fark etti ne de arkasından yürüyen yabancı kadını.

Eski, büyük bir evin giriş kapısına geldiklerinde kız kapıyı kendi anahtarıyla açıp girdi. O ise öylece kala kaldı. Kızın ardından baktı uzun süre. Kapıyı, evi, bahçeyi izledi. Ceplerini yokladı gayri ihtiyari. Kilidi değişmemiş evinin anahtarları yoktu onda.

Pencereden içeriyi görebilir miyim, diye bakındı ama her zamanki gibi sımsıkı kapalıydı perdeler. Çünkü akşam inmişti şehre. Göremedi içeridekileri. Belli ki pek şey değişmemişti.

Babaannesinden yadigâr baba eviydi burası. Babası ile hiç anlaşamazdı. Her ayrı düşüşte bağırıp çağırırdı babası. Kızının susmayacağını, oturup konuşurlarsa kendisini bile ikna edebileceğini bildiğinden yüz yüze tartışmazdı babası onunla. Çözümü bağırıp çağırıp başka odaya geçmekte bulmuştu. Her ne kadar cevap verse de daima babasının kükremelerine cesareti olmadığından çaresiz sonlandırırdı kavgaları.

Ama o gün… Nasıl kabul edebilirdi ki… Tanımadığı bir adamla evlenmesini istiyordu babası. Kabul edemezdi. Yine büyük bir kavgaya tutuşmuşlardı ve o bu kez sustu, odasına gitti, çantasını hazırladı ve tek bir söz etmeden şimdi karşısında öylece durduğu bu kapıyı çarpıp çıktı. Bir gün döneceği aklına bile gelmezdi.

Ürkek bir dokunuşla zili çaldı.

Kapının ardından ayak sesleri yaklaştığında yine nefes alamadığını hissetti.

Kapıyı erkek kardeşi açmıştı. Onca yıl hiç görüşmemelerine ve çok değişmelerine rağmen tanıdılar birbirlerini. Ne diyeceklerini bilemediler. İçeriye davet edildi. Adımlarıyla gıcırdayan zeminin değişmemiş sesi içini ferahlattı biraz. Koridorun sonunda genişçe bir salon vardı. Salona girdiğinde annesi hariç herkesin orda olduğunu gördü. O büyük kavganın akşamında ayrılmıştı o da evden. Kalbi dayanmamıştı kızının bilinmezlere gitmesine. Haber verememişlerdi ona. Babası öyle öfkeliydi ki “Kimse ona söylemeyecek.” demişti. “Onun yüzünden…” altı ay kadar sonra yurt dışına gittiğini bir arkadaşından öğrenen kardeşi mektup yazmıştı. “Annem…”

Çok ağlamıştı, günlerce haftalarca atamamıştı üzerinden annesini kaybedişinin acısını. Hâlâ aklına geldikçe daralıyordu içi, annesi onun yüzünden mi göçmüştü bu dünyadan, kızı kendine biçilen hayatı kabul etmedi diye mi?

Tedirgin bakışlarıyla herkesi selamladı. Onlar da nasıl davranmaları gerektiğini kestirememişti. Yatak odasını işaret etti erkek kardeşi. Yutkundu ve “İyi ki geldin.” dedi.

Soğuk bir ifadeyle yatak odasına doğru ilerledi. Yatağın içinde örtüler arasında kaybolmuş, küçülmüş bir beden gördü. Kapıdan baktı uzun süre. İçeriye girmeye, yatağa yaklaşmaya cesaret edemedi. Yeterli cümlesi yoktu: Ne af dileyebilir ne pişmanım ne de buradayım diyebilirdi. Gözlerinin dolduğunu hissetti. Ne yapacağını ne söyleyeceğini bilmiyordu. Sözcüklerini kaybettiğini düşünürken koşarak içeriye girdi sekiz yaşında tombul, sarı saçlı, beyaz tenli, küçük bir kız. Salondakiler ne düşünür, başkaları ne der diye düşünmeden yatağa yaklaşıp ağlamaya başladı o küçük kız. Bağıra çağıra ağlıyordu:

“Babacığımmmm ben buradayım. Seni hiç bırakmayacağım. Ne olur sen de beni bırakma! Gitme! Ben buradayım. Seni seviyorum.”

 

Kırk


İlginizi Çekebilir

Karanlıktan Gelen

Tuğba BEYCA