Beni Unutma
Ercüment Bey, Beşiktaş iskelesinde, denizi köpürte köpürte yanaşan vapuru sakin gözlerle izliyordu. Kapılar açıldı, halatlar atıldı. Sürgüler çekilir çekilmez de kalabalığa kendini bırakıp açık salona çıktı. Deniz tarafındaki boş koltuğa oturdu. Yazın son ayı Ağustos, ortalığı yakıp kavuruyordu. Ercüment, cebinden çıkardığı beyaz mendille terleyen alnını ve ensesini sildi. Yanında bekleme salonundan beri peşini bırakmayan kadına baktı. Kadın,
Of bu ne sıcak yahu elbisem üstüme yapıştı “deyip sızlandı sonra da yelpazesini çıkarıp sallamaya başladı. Ercüment Bey, geniş kalçalarıyla onu sıkıştıran kadına dönüp;
“Çok dibime girmeseydiniz bu kadar terlemezdiniz hanımefendi.” Kadın onun suratına bön bön bakıp kafasını başka yöne çevirdi. Ercüment, kadının kaygılı duruşuna aldırmayıp etrafı seyretmeye başladı. Gemi hareket etmiş, önüne kattığı tatlı bir esintiyle yol alıyordu. Ercüment, karşısında akıp giden manzaraya kendini kaptırmışken çaycının gür sesiyle irkildi. O esnada da karşısına havalı bir kadın oturdu. Ercüment, kadını görür görmez kiraz gibi gözlerinden, çilek yanaklarından ve gül gibi dudaklarından fazlaca etkilendi. Onu bir yerden tanıdığını anımsadı ama nereden tanıdığını çıkaramadı. Kadından gözlerini ayıramıyordu, öyle ki bacak bacak üstüne atarken havalanan elbisesinden görünen bacaklarına, giydiği sandaletlerden, ojeli parmaklarına kadar inceledi kadını.
Kadın onun bakışlarından rahatsız olmuştu ki kalem kaşlarını çattı. Vapur yol aldıkça yaz esintisi kuvvetlenip kadının uzun dalgalı saçlarını havalandırıyordu.
“Öyle hoş ki bir içim su ama bu yüzü nereden tanıyorum, bir türlü çıkaramıyorum. Acaba bankadan mı tanıyorum? Eğer öyleyse işim kolay. Gemi, Kadıköy’e yanaşmadan bir fırsat yaratıp tanışmalıyım.” Ercüment kendi kendine düşünürken yanındaki kadının telefonda dert yanarak konuştuğunu duydu.
“Çok zor kardeşim çok, artık dayanamıyorum. Çekilecek dert değil. Hem üzülüyorum hem isyan ediyorum, ben de bu ahir zamanımda böyle olmasını istemezdim ama ne yapalım mukadderat. Başa gelen çekilirmiş ama en acısı hatıraların kaybolup gitmesi.” Ercüment çaktırmadan oflayıp puflayan kadına baktı.
“Bir şuna bak bir de şu karşımda oturan ahuya bak. Bir de çenesi düşük nerden çıktı bu kadın” diye içinden söylendi. Yanındaki kadın telefonu bitirip kapattıktan sonra ona dönüp;
“Ben tuvalete gidip geleceğim. Bekle beni.”
“Hanımefendi sizin tuvalete gitmeniz beni ilgilendirmiyor, anlamıyorum niye bana açıklama yapıyorsunuz.” Kadın başını iki yana sallayıp yeni bir of çekti. Bu sefer de öbür yanında oturan kadına eğilip bir şeyler söyledi. Ercüment içinden “Çatlak valla, taktı bana.” diye geçirdi. Sonra tüm cesaretini toplayıp karşısındaki güzele döndü.
“Affedersiniz hanımefendi.”
“Buyurun.”
“Ben şey, saati soracaktım.” Kadın kolundaki saate bakıp;
“Beşe on var. Ercüment Bey içinden tekrarladı. Beşe on var, beşe on var.” Sonra;
“Ah evet, çay saati.” Kadın tebessüm ederek ona baktı.
“Ama hava sıcak, limonata da olur değil mi?” diye devam etti Ercüment Bey. Kadın yine gülerek;
“Evet, olur ama ben kahveyi tercih ederim.” Ercüment, onun cevap vermesini fırsat bilip daha da heveslendi. Kadının elindeki evrak çantasını görünce konuşmayı derinleştirmek için;
“Yoksa siz bankacı mısınız?”
“Bankacı değilim. Belediyede çalışıyorum.” Belediye deyince Ercüment’in kafasında bir ışık yanıp söndü.
“Sizi bir yerden tanıyorum ama çıkartamıyordum. Ama şimdi hatırladım. Siz, Beşiktaş Belediyesinden Şermin’siniz.” Bunu, bir şeyi icat etmiş gibi öyle bir sevinçle söylemişti ki kadın ve kulak misafiri olan diğer yolcular gülmeye başladı.
“Ah! Şermin Hanım, beni nasıl hatırlamazsınız size görücü gelmiştim. Ben Ercüment…” Bir an durdu, bir şey daha söyleyecekmiş gibi düşündü. Sonra ayağa kalktı, kadının önünde eğilip nazikçe elini öptü. Kadın şaşkınlıkla irileşen gözleriyle;
“Bir yanlışlık var herhalde, siz karıştırdınız, ben Şermin değilim.” Ama Ercüment Bey duymuyordu. O, denizin ortasında sallanıp duran sandala takılmıştı. Sonra kadının elini hâlâ tutuğunu görünce eline daha sıkı yapıştı, onu ayağa kalkmaya zorladı. Etraftakiler ve kadın telaşlandı. Vapurda yüksek sesle homurdanmalar baş gösterdi. Bir iki kişi;
“Ayıp oluyor ama bey amca, kızın yaşındaki kıza sarkıyorsun.” diye söylenince, Ercüment Bey hışımla onlara döndü.
“Ne diyorsunuz ne kızı ne amcası?” Ercüment’in kafası allak bullak olmuştu. Kızın kolunu bir türlü bırakmıyordu. O sırada söylenenlerden biri yerinden kalkıp Ercüment Bey’i sertçe tutup yerine oturttu. Ercüment Bey, boşluğa bakar gibi kaldı. O esnada biraz önce yanından kalkan kadın koşarak onların yanına geldi.
“Bırakın ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı. Ercüment Bey’in elinden kurtulan kadın şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra;
“Teyzeciğim, bu adam deminden beri bana musallat oldu. Beni Şermin diye birine benzetti.” Kadının yüzü gölgelendi, hüzünle koltuğa çöktü.
“Ah! Kızım, aslında o öyle biri değil hasta, Alzheimer hastası. Ben, karısı Şermin. Benim karısı olduğumu hatırlamıyor. Gençliğimi size benzetti demek ki. Hastalığın böyle atakları oluyor. Bazen hatırlıyor bazen hatırlamıyor. O sırada Ercüment Bey söze karıştı.
“Şermin nerde kaldın, bak beni paralayacaktı bu adamlar. Bu küçük hanım da beni bankadan tanıyormuş. O, durdurdu onları.” Vapur Kadıköy iskelesine yanaşırken Ercüment Bey ve eşi ayaklandı. Ercüment Bey, eşinin uzattığı eli tutup;
“Şermin, elimi hiç bırakma emi, bana kızma!”
“Sana kızar mıyım hiç Ercüment, benimki sadece isyan ama sen de beni unutma!”