Çürüyen Satılık Hayatlar
Beynime kazınmış tünelin içinden geçerken ışığın peşinde koşuyorum. Ancak her adımda karanlığın yüzüme tokat gibi çarptığını hissediyorum. Kaç asırdır sessizliğe bürünmüş sokak kapısının üstüne sere serpe uzanan ceviz ağaçları da kendinden bîhaber. Ahşap, demir tokmaklı kapıdan içeri girdiğimde dedemin açtığı buz gibi su kuyusu karşımda beliriyor. Kuyu fokur fokur kaynıyor… Toprak duvara dayalı merdiven beni görünce titredi. Oysa ne kadar çok çivi çakmıştım, basamağın kırılmasını engellemek için. Ardımda duvarı bırakıp ilerliyorum. Patika yolu gösteren şimşir ağaçları da sararmış durumda. Bahçede simetrik durmayan erik ağaçları ise kendini taşıyamayacak kadar ölü meyve vermiş.
Zihnim karmaşık, başım ağrıyor ve ağrılar neredeyse sırtıma vuracak. Bayılacak gibi hissediyorum. Bir ses duyuyorum ama anlaşılmaz, ardından kocaman kulakları olan küçük kızın elinde tuttuğu gazetenin oynak harflerini görüyorum. Kocaman puntolarla “Çürüyen satılık hayatlar.” yazıyor.
“Kaç günlük gazete”
“Az önce çürüdü”
“Ver bakalım küçük kız.” Küf kokusu sarıyor birden etrafı ve sislerin arasında kaybolup gidiyor.
Karanlığın içinde, dizlerimin üzerine çöktüm. Koku ciğerlerime kadar doluyor ve belli belirsiz bir ışık göz kapaklarımı aralıyor. Dudaklarıma serinlik bırakan bir damla hissediyorum. Acı, tatlı, mayhoş bir his. Karşımda beliren silüet; buruşuk yüzü karmaşık duygularla kıpırdamadan duruyor. Sıkıntılı bir hali var. Damarlı ellerini bana doğru uzatıp geri çekiyor. Muzırlık yaptığımda da böyle yapardı büyük annem.
Gökyüzünden düşen buz gibi yıldız parmaklarımın arasından kaydığında çocukluğumdan sıyrılıyorum. Onu tutmaya çalışsam da kaçıveriyor sarmaladığım boşluklardan. Sönmüş ciğerlerimin içine bir avuç dolusu hava çekiyorum. Hayatla ölüm arasında sıkışan nefesim, yorulmuş bir şekilde sonsuza kadar dinlenme molası vermek ister gibi, tik tak, duruyor. Tik tak.