Denize Balık Tutmak

Uyandım. Güneşin ışıkları gözümü alıyor. Dışarı çıkmalıyım yoksa yataktan kalkmayacağım. Saat oldukça ilerlemiş. Elimi yüzümü yıkarken avcuma dolan su koca bir deryaya dönüştü. Çeşmeden akan su avcumdaki deryada dalgalar oluşturuyor. Şöyle şuraya bir balıkçı teknesi koydum. Denize attığım ağlar hep dolu geliyor; palamut, torik, aralarına karışan fener balığı, bak bak bir tane de dülger. Balıkçının yüzü gülüyor. Güneş ısıtıyor tekneyi, dalga yavaşladı. Telefonun sesine kendime geliyorum. Avcuma dolan suyu yüzüme vuruyorum. Uyanır uyanmaz bir avuç suda yine deryalar seyrettim, oh ne âlâ! Telefon susmuyor. “Efendim!’’ “Nerede kaldın? Sahilde seni bekliyorum.” “Beni mi? Doğru bugün yanına gelecektim. Tamam, tamam çok gecikmem, hemen çıkıyorum.” Telefonu kapatıyorum.  Üzerimi giyiyorum. Şu mavi gömleğime bayılıyorum, sanki dolapta başka giysim yokmuş gibi. İnsanoğlu bir şeyi sevmeye görsün vazgeçemiyor. Yorganımı düzeltiyorum. Nasılsa ancak akşam gelir, doğrudan yatarım diye düşünüyorum. Sokak kapısından çıkarken bizim Aylin Hanım’a denk geliyorum. “Günaydın!” “Günaydın Aylin Hanım!” “Haberin var mı? Dün gece mahallede kavga oldu.”  “Duymadım.’’  “Nasıl duymazsın, evde değil miydin yoksa?” “Aylin Hanım, evdeydim.” “Bütün mahalle sallandı ilahi, sen nerede yaşıyorsun?” “Aylin Hanım, acelem var, müsaadenizle, ayrıntıları daha sonra anlatırsınız.” deyip elleri arasından kaçtım. Gülmeye başladım, aynı adı gibi yakaladığını çemberinin arasına alıp sıkıştırıyor, salmıyor. Bu defa ucuz kurtuldum. Bir dahaki sefere bu kadar ucuz kurtulabileceğimi sanmıyorum. Onu o zaman düşünürüz. “Günaydın, hayırdır böyle koştur koştur nereye?”  Günaydınla geçiştiriyorum. Bizim mahallenin de bu huyu var işte, nerede ne iş yaptın hepsini bilecek. Ayaklı gazete gibi mübarek. Önüme gelen ilk dolmuşa bindim. Dolmuşta arabesk şarkı ta gençlik yıllarıma götürdü beni. O zaman da haz etmezdim bunlardan. Bende hiçbir şey değişmemiş. “Şunu uzatır mısınız? İki kişi…” Parayı alıp şoföre uzatıyorum. Şoför patlamaya hazır bomba gibi, günü kavga gürültüsüz bitirebilirse ne âlâ. Bak işte başladı. “Kör müsün, sinyal veriyorum, o sinyal kolu…” Allah kolaylık versin. “İnecek var.” diye sesleniyorum. Kan ter içindeyim, denizden gelen rüzgâr biraz rahatlatıyor. Kurtuluş savaşından çıkmış gibiyim. Sağa sola bakıyorum, Ahmet nerede? Bankların ilerisinde oltayı çoktan salmış denize. İnsanlar sağa sola koştururcasına yürüyorlar. Yüzlerinde küçücük bir mutluluk ibaresi yok. Ağaçların altındaki banklarda oturanlara bakıyorum. Şurada oturan bir kadın var. Burnunu çektiğine göre ağlıyor. Şu bankta oturan çiftler, diğerinde oturan gençler var, ellerinde cips paketleri içecekler. Türkçe'nin yıkanmamış kelimeleriyle şakalaşıyorlar. Daha güzel kelimeler arasında daha güzel şeyler konuşabilseydiniz, diye düşünüyorum. Ahmet’in yanına çoktan gelmişim. “Günaydın, rasgele!” “Çok şükür ya nerede kaldın?” “Bak eskisi gibi değilsin, yaşlanıyorsun.” “Abi yaa! Sen de mi? Dakikliğimden ilk kez fire verdim. Fırsatı hiç kaçırmıyorsun bakıyorum, ne haber?” “Ne olsun, haberler sende?” “Yolda gelirken yolumu kesenleri, çeneye tutanları anlatacak hâlim yok. Bak bu kadarıyla da anlattım zaten.” “Bilmem mi, bir çırpıda nasıl özet geçebildiğini, al şurada sana da olta getirdim.” “Sen de olmasan ne yapardım, hiç tuttun mu balık?” “Yok, kova hâlâ boş.” Gülüyorum, içimde muziplikler kol geziyor. “Eh, o zaman oltayı denize atma, denizden karaya at, bak arkan insan dolu.” “Zevzekliği bırak, akşamdan mı kaldın sen gene?” Mırıldanmaya başlıyorum.  “Dolaştım İstanbul’un bütün meyhanelerini…” “Anladım, yine kafan iyi senin.” Ahmet’in yüzüne bakıyorum, garip bir hâli var. Renkten renge giriyor. Dilerse anlatır, zorlamaya gelmez biliyorum. Görmemiş gibi yapıyorum, konuşmaya devam ediyorum. “Ne olur karaya olta atıp tuttuğun insanı denize atsan. Nasrettin Hoca eşeğe ters bindi, asırlarca konuşuldu. Sen de oltayı terse at.” “Anlaşıldı sen yine ters tarafından kalkmışsın.” Oltayı kenara koydum. Kırmızı elmalarıyla gelen şu kadın bizi zehirlemeden köşedeki simitçiye gidip geleyim. “Kaç simit yersin, yoksa birer simitle geçiştirip sonra mı ne yiyeceğimize karar veririz?” Ahmet’in yüzüne bakıyorum, soğuk terler döküyor.  “Ahmet iyi misin?” “İyiyim, yok bir şey.” Doğruca simitçiye yöneliyorum. Hayret, espriye tepkisiz kaldı. Simitçiden iki simit, ayran, su alıyorum. Bir adam yaklaşıyor “Abi çay, kahve?” Ahmet’i işaret ediyorum. “On, on beş dakika sonra oraya gelirsen olur.” diyorum. Ahmet, Ahmet oltayı bıraktı, Ahmet yok… “Ahmettt, Ahmettt! Koşun, yardım edin, adam denize düştü!” Elimdekileri olduğu gibi bırakıp denize dalıyorum. Ahmet, Ahmet, can dostum! Kolumun altına alıyorum başını. İnsanlar geliyor yardıma. “Abi geldik!” “Tut şurasından…” “Öldü mü?” Birinin sesini işitiyorum. “Ambulansa haber verin!” İnsanların yardımıyla denizden çıkıyoruz, yatırıyoruz, yuttuğu suyu boşaltıyoruz. Birisi koşup geliyor, “Ben hekimim.” Hemen kenara çekiliyoruz. İlk yardımı yaparken ambulansın sesi geliyor. “Ahmet geri gel, geri, ne olur kadim dostum!” Kendimden geçmiş, dostumun ellerim arasından kayışını izliyorum. Ambulans geliyor Ahmet hâlâ kendinde değil. Ahmet’i ambulansa koyarlarken simitçi sesleniyor. “O iyi adamdır, ona bir şey olmayacak. Oltalarını ben aldım, hastaneden sonra gelirsiniz?” O hengâmenin arasında simitçiye hayret ediyorum. Nasıl bir inanç ve dirayet, sesini seslerin arasında bana işittirmiş olması nasıl bir lütuf… İnanmak istiyorum, ambulansla hastane yolunca cihazlara bağlı Ahmet’e bakıyorum. İçimden şöyle yüzünün tam ortasına okkalı bir yumruk indirmek geliyor. “Beni böyle yalnız, yapayalnız bırakıp gidemezsin.” Tam bu sırada ambulansın içi karışıyor, sağlık görevlileri ayakta Ahmet’imin kalbi durmuş, zaman durmuş. “Ahmet dur, gitme dostum, şimdi değil…” Gözlerimden akan yaşın sıcaklığını hissediyorum. Babaannem böyle durumlarda gözyaşı soğuk akar demişti. Döner mi Ahmet, sağlık görevlileri oturdular nabzı atmaya başladı. Ahmet hâlâ yok! Şu kısacık yol nasıl uzun geldi, bitip tükenmeyen. Sedye ile içeri aldılar. Bekliyorum, sigaranın birini yakıp diğerini söndürüyorum, ellerim titriyor. “Söz ulan, Ahmet geri gelsin şu mereti daha içmeyeceğim. Söz, yeter ki Ahmet geri gelsin.” Doktor yaklaşıyor elimdeki sigarayı yere bırakıyorum, koşarak yanına gidiyorum. “Doktor, Ahmet?” “Hastamız iyi, ufak bir kriz atlatmış, dinleniyor, çok kısa görebilirsiniz.” Doktorun boynuna bir atlamadığım kaldı. Koşarak Ahmet’in kapısının önüne geldim, derin bir nefes aldım. Ellerimin titremesinin durmasını bekleyemedim, kapıyı açtım. Sevgiyle bana bakıyor, şaşkın aynı zaman da. Ona sesleniyorum. “Sen, denizden balık tutamadın ama deniz seni tuttu, canım Dülger’im.”


İlginizi Çekebilir

Birtakım Eylüller

Erol NAGAŞ

Ölmeden Önce

Nuray SEZEN

Bavul

Sinem ALTUĞ