GARİP DÜNYANIN SIRADAN İNSANI
Günün alışılagelmişlik hali ayaklarıma öğretileni yaptırıp, beni soluk sarı renkli evimin kapısına getirdi… Önünden geçtiğim pastane sahibinin dedikleri kulağımda çınladı. Kalın, yüksek sesi ile ‘tuhafsın’ diyordu. Hâlbuki ayaklarımın bilir hali beni sadece garip dünyanın sıradan insanı yapıyordu. Üşüdüğümü fark ettim... Ellerimi cebime koyarken dili olsa da konuşsa dedim; ite kaka sığdırmaya çalıştığım ellerim ile cebim memnun muydu? Tam o sırada karşı komşum Burçugin Hanım seslendi -eşi iş arkadaşım- eşinin aradığını işe geri dönmem gerektiğini söyledi. El mahkûm, her gün gidip geldiğim yolu bugün iki kere gidip gelecektim.
Sırtımı dönüp giderken yalnızlıktan suskunlaşmış evim tıpkı benim gibi ağzını açıp da hiçbir şey söylemedi. Yolda giderken zihnim yine kendini zorluyordu. Ben yürümeyi reddeden bir kara canlısıydım. Yüzmek veya uçmak da istemiyordum; derdim özümü kabullenmemek değildi, yürümek için iki ayağım vardı, bunu biliyordum. Ama onlara benzemek istemiyordum. Onlar yalan söyleyip dürüst olanlardı, samimi gibi görünüp aslında olmayanlardı. Onurlu, namuslu, adaletli insan olduklarını iddia ediyorlardı ama değillerdi. Onların adı insansa ben insan değildim. İşte bu yüzden yürümeyi reddeden bir kara canlısıydım... Sahip olmak istedikleri şaşaaya sanki sahiplermiş gibi etrafa göz süzerken bedenlerinin önünde duran, siyahı beyaz yapan ruhları, dünyanın ekmeğini veriyorum der gibiydi. Gördükçe içimin öfkeyle dolması gerekiyordu. Ama dolmuyordu. Yaşlanmadan duygusallaşmak, o duygusallıkla yaşamak zordu. Kaşlarımın zifiri siyahının içindeki acıyı kimse anlamıyordu. Yürüdüğüm bu cadde ise her şeyden habersiz yaşıyordu. Bu caddedeki evlerin neredeyse hepsi yeşilin tonlarındaydı. Yeşil olmayanlardan bazıları beyaz geri kalan birkaç tanesi de sarıydı. Beyaz olan o evin önünden geçerken duyduğum o ses durgun suları bulandıracak kadar içtendi. Çalıların arasına gizlenmiş bir kadın, sessizce, duyulmayacağı düşünerek ağlıyordu. Yanında duran iki tane de kedi vardı. Kedinin biri başucunda, diğeri ise sol ayağının yanındaydı. Bakışları her şeyi anlatıyordu. Soğuğa isyan eden kediyle sabreden kediyi ayırt edebiliyordum. Bir kediyi köpek olmak için çabalarken gördünüz mü? Görmediniz. Bu mahluklar uğraşmıyorlardı olduğunun dışında görünmek için. Geleceği merak etmiyorlardı. İnsanlar ise hep geleceği düşünüyordu. İnsanlar, içtikleri kahvenin telvesine bakan falcının ağzına baktı da elindeki künderakiye bakmayı bir türlü öğrenemedi. Hâlbuki elinde oluşan künderaki geçmişin postacısıyken, yaşanacak günlerinse kâhin kadınıydı.
İnsanoğlunun büyük bir kısmının bir kedi kadar bile aklı yoktu. Orada olduğumu kediler fark etmişti. Ama yüzüne baktığım kadın fark etmemişti… Omzuna dokunduğum an çok ürktü, sonra ne diyeceğimi merak ederek bakışlarını dikti. O ana kadar ben de ne diyeceğimi düşünmemiştim. Bu kadının eline öyle bir şey vermişler ki, şarkılar eğlence olmaktan çıkmış. Balonlar renksiz kalmış… Hâlbuki bilse renksizliğin içindeki görülmeyen ama bilinen o görkemi. Hiçbir rengin içinde olmayan o eğlenceyi… Dilin kemiği hakikaten yokmuş, o anki bakışlarından olsa gerek benimle gel dedim. Kalkıp gözünün yaşını sildi ve peşime takıldı. On dakika geçmişti, hiçbir şey sormadan beni takip ediyordu. O konuşmayınca ben de konuşmadım. Ben kimdim? Nereye götürüyordum? Eğer gülmeyi unutmuş olmasaydım kahkaha atardım. Bu kız kimdi? Nereye götürecektim? Ben de bilmiyordum. Ofisin olduğu pasajın içine girince çay ocağından bir çay ısmarlayıp ‘sen otur’ dedim. Her zamanki gibi merdivenleri çıkarken mermerlerin çatlayan tarafına basmamak için uğraştım. Görenler deli zannediyordu. Aslında ben onlara hep fazlaydım. İşte bu yüzden de hep sıradandım.
Ofisten içeri girdiğimde yüzüme odaklanan bakışlar her zamanki gibiydi. Olacakları kulağıma hiç fısıldamadı. Camın yanında söylenerek beklediği belli olan Mehmet, içeri girenin ben olduğumu görünce, elinde duran dosyaları suratıma fırlattı. Yüzümü acıtan dosyaların yere saçılmasıyla zihnimde dolaşan soruların cevabını aramaktan vazgeçtim. Ne düşünmem gerekiyordu? Şimdi ben de bir yumruk mu atmalıydım? Yüzünün bütün derisi sinirden sallanırken, başka bir mahlûka dönüşmüştü. Öfkeyle dışarı fırlayan gözlerine baktım, böyle davranmayı kendine hak gördüren neydi? Sesini daha da yükseltti; ‘Eksiksin sen’ dedi. Gözlerimi kapattım. Sadece kendimleydim. Tahminimce on, on beş saniye öylece kalmışım… Boğazımı sıkan eller bana gözlerimi geri açtırdı. Çığırından çıkmış Mustafa’nın soğuk ruhu, haddini aşmışken bir yandan da sabrediyordu. Bu durumda o da sabredenlerden sayılır mıydı? Tepkisiz kaldığım için ‘konuşsana’ diye bağırmaya başladı. Sadece yetersizdim, tıpkı sizin gibi, diğer insanlar gibi deyince sinirden kekelemeye başladı. ‘Neee di-yor-sun sen?’. Sesim onunkinin aksine çok normal bir seviyedeydi. Arkadaşlar araya girmek zorunda kaldı. Üstüme atlayan Mehmet’i aldılar, beni de odasından çıkardılar. Bakışlar aynıydı. Çağılı konuşmaya başladı. Adamın suyuna gitmemi söyledi. Suyuna gidince eksik insan olmaktan çıkacaktım onlara göre. Buldukları yol benim düzlüğüm değildi. Olsa olsa sonu gelmeyen çukurum olurdu. Aklım olmasaydı dedim. Vedalaşıp, pasajdan çıktım. Merdivenlerin korktuğu başına gelmesin diye yine mermerin çatlayan yerlerine basmamaya dikkat ede ede indim. Daha önce hiç geçmediğim sokaklarda yürümeye başladım. Bir suçlu vardı... Ne bağırabiliyordum ona, ne de suçlusun diyebiliyordum. Bundan olsa gerek akşam karanlığı her yeri ele geçirmesine rağmen hala yürüyordum. Sağ tarafımdan birisi yine garip dünyanın garip insanı dedi. Şaşkınlıkla etrafa bakındım. Birinin konuştuğundan emindim ama etrafta benden başka birisi yoktu. O anki belirsizliğin getirdiği titrek halim sıradan bir insan olduğumu bir kez daha ispatlamıştı. O gün ki izlediğim haberler aklıma geldi. Bugün için çok şiddetli yağmur yağacağını söylemişlerdi. Biri ağzını kocaman açıp sokakların bütün pisliğini temizler dedi. Diğerleri güldü. Bense bu pislikler, nereye gidiyordu diye düşündüm. Kimin evinin içine giriyordu? Hangimizin ayağına takılıyordu? Peki, benim ayağıma bulaşan pislik kimin pisliğiydi? Neyse ki o pislikle bütünleşmiyordum ama birilerininkini de temizleyebilir miydim? Duyduğum sesi çoktan unutmuştum. Dedikleri gibi yağmur da yağmaya başlamıştı. İliklerime dolan yağmur değil de sanki kar suyuydu. Yağmurun teslim aldığı yeryüzü, çivisiz, ipsiz toprağa mıhlanmış insanların koşuşturmalarıyla inliyordu. Gökyüzü ise döktüğü su ile toprağı iyileştirmeye çalışıyordu. Ama olmuyordu... Yol kenarında duran üç beş insan ne yaptığımı anlamaya çalışıyorlardı. Biri kolumdan yakaladı. Hızlıca şişip inen göğsümün ıstırabından utandım... ‘Ne yapıyorsun’ diye sordu. Onlar gibi kaçışmadığımdan olsa gerek. Onlar gibi de üşümemiştim. Gözlerimdeki karanlığı fark etmesin diye gözlerine bakmadım, başımı aşağı doğru eğdim. İyi görünmediğimi söyledi. Anlatsam ne değişecekti ki… Ayağının önünde duran eğri taş dikkatimi çekti. İyice telaşlanınca daha fazla sessiz kalamadım. Sırtımı gösterdim. Çuvalım ağır dedim. Bana bakan bu gözlerde de yine aynı hüküm verilmişti. ‘Çok değişmişsin’ dedi. Halbuki her şeye rağmen özlediğim gibi halim vardı. Yağmur hızını artırmaya başlayınca, tentelerin altında sağım solum her yanım insan doldu. Yağmur yürümelerine izin vermiyordu. Her kafadan ayrı bir ses ayrı bir söz yükselmeye başladı. Herkes birbirinin sesini duyuyor ama kimin ne anlattığıyla ilgilenmiyordu. O kısa ama kesin hüküm bildiren cümleler söylenmeye yine başlamıştı. Sol tarafımdaki büfenin tentesinde yağmurdan saklanan kadın, sıkça duyduğum o cümleyi söyledi, akli dengesi yerinde değil galiba. Üşümemek için giydiği kalın yeşil çoraplarıyla şemsiyesinin altında beni izleyen teyze, ‘vah vah’ diye yakınmaya başladı. Onun yanındaki gri pantolonlu adam ıslanmış şapkasını sadece yüzü görünsün diye çıkararak, ‘Bir ihtiyacı var mı?’ diye sordu. Bir delinin yusyuvarlak dünyada ihtiyacı ne olabilirdi ki? Herkes ihtiyacım ne diye düşünmeye başlamıştı. Ben de düşünmeye başladım. Benim ihtiyacım neydi? Biri giysi diye bağırdı. Diğeri, giymediğim kıyafetlerim var getireyim dedi. Köşede olanı biteni iri gözleriyle sessizce izleyen, otuzlu yaşlarda olan kadın, evde kullanılmayan bir çift erkek ayakkabısı olduğunu söyledi. Hepsi koştur koştur söylediklerini getirmeye gittiler. Herkes beni izliyordu. Giden insanlar geriye ellerinde elbise ve ayakkabıyla döndü. Kendi üstüme baktım. Ayağımda ayakkabım, üstümde giysim vardı. Kafamı kaldırdım gülümseyerek gözlerine baktım, hiç birini almadan sırtımı döndüm ve hızlıca uzaklaşmaya başladım. İhtiyacım olan ne yemekti ne giysiydi ne de paraydı… Biraz yukarıdan bakıldığında nokta kadar görülen insan, uçaktan bakıldığında görülmeyecek kadar küçük olan milyonlarca insan, ışığın olmadığı boşluktan bakılınca nokta kadar bile görülmeyen dünyada bütün insanlar her şeye sahipti.
Evimin sokağını bulmuştum artık. Elimde tuttuğum kızılcıktan biraz daha büyük eğri büğrü o taşı düşürdüm. Eğildim aldım. Yerden kalkarken pasajın orada çay ısmarladıktan sonra bıraktığım o kadın aklıma geldi. Arkamı döndüğümde onun da benimle beraber buraya kadar geldiğini fark ettim. Ayağında ayakkabısı üstünde elbisesi onun da vardı. Sabreden insanın gözlerine baktım, sonra tekrar yürümeye başladım. İlk defa konuştu. ‘Benim hiç doğrum yok.’ dedi… ‘Hiç kimseye kötülük de yapmadım… Ama benim hiç doğrum yok.’ dedi. Bu kadar yetersiz bir varlıkken mutlak doğruyu kim istemişti ki insandan, kötülük yapmamak yeterliydi… Adımı sordu. Cihandar olduğunu söyledim. Derbent olsun dedi. Ne fark ederdi ki olsun dedim…