Hala Vakit Varken

Gün ağarmaya başlamıştı, sandalyeden doğrularak pencereden sokağa doğru baktı, kimseler yoktu. Hafif bir rüzgâr esiyordu, rüzgârın etkisi ile sallanan yaprakların sesi kaplamıştı sabahın sessizliğini. Birkaç dakika süren dalgınlık, sokakta hızla koşturan bir köpeğin hırıltısı ile son buldu.
Sandalyede uyumanın verdiği bir ağrı vardı vücudunda. Artık yatağını pencerenin kenarına taşımanın zamanı geldi diye düşünmeye başladı. Bütün gece parmakları da yorgun düşmüştü yazıp çizmekten. Bazen bir şiir, bazen küçük bir hikâye, ruhu ne yöne savruluyorsa onu yazıyordu. İçindeki boşluğu yazıya dökmek bir nebze olsun rahatlatıyordu O’nu. Her gün birbirinin aynısıydı sanki, tek farklı olan yazdıkları idi, yazdıkları ile kendine farklı bir dünyanın kapılarını aralıyordu. Aslında hep özlemini duyduğu bir yaşantıya kalemi ile hayat vermeye çalışıyordu. Özlem miydi içinde biriktirdiği, yoksa yalnızlığın dışa vurumu muydu, kim bilir? Eşini kaybettikten sonra iyice içine kapanmıştı. Çok fazla sosyal yaşantısı da yoktu. Şiirlerinde yaşıyordu biricik sevdiceğini.

Yorgunluğum uçup gitti bakışlarınla
Bir meltem esintisiydi nefesin
Bahar çiçekleri açıyor dokunuşunla
Ruhumu ağ gibi sarıyor varlığın
Yazamadım yalnızlığımı dizelere, sensizliğimle
Bir o yana dönüyorum karşımda sensin
Bir bu yana dönüyorum özleminle
Sandalyem ve masam bir de sol yanım

Hayatla tek bağı kızları ve torunlarıydı. Her iki kızı da evlendikten sonra farklı şehirlere taşınmışlardı. İş ve hayat koşuşturmacasına kaptırmışlardı kendilerini, uzaklarda bir babalarının olduğunu dahi unutmuşlardı. Bazen bayramlarda telefon ederlerdi fırsat bulurlarsa. Koca baba yüreği ise onların yollarını gözleyerek geçiriyordu günlerini. Dört duvar, geçmeyen vakit. Bir pencere, bir de sandalye yolları gözlenen, gelecek diye beklenen iki tomurcuk, iki çiğ tanesi.
-Hey gidi koca Doğan, yine akşamı ettin, bugün de geçti işte, yarına ne kaldı.
Kendi kendine mırıldandı yine, arada ses olsun diye kendi kendine konuşurdu böyle. Ayağa kalktı, usulca evin holünde bulunan portmantoya doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Paltosunu aldı, üzerine giydi. Akşam yürüyüşü iyi gelir diye düşündü. İş çıkış saatleriydi, araç ve insan trafiği biraz fazla olabilirdi ama bu kalabalık ona iyi geliyordu. Yavaş adımlarla caddenin en yoğun noktasına gelmişti. Herkes bir tarafa koşturmaca içindeydi. Bir tarafta korna sesleri, diğer tarafta evlerine gitmeye çalışan insanlar. Mağazalar olduğundan fazla kalabalıktı bugün. Mağazanın önünde bulunan güvenlik görevlisine ilişti gözü. Yavaşça yanına yaklaştı;
-Hep böyle kalabalık mı olur?
-Yok amca, bugün arife yarın Kurban Bayramı, bu yüzden bugün biraz yoğun.
Zamanı, ayları ve de mevsimleri saymayı yıllar önce bırakmıştı. Yarın bayram olduğunu duyunca sevinçle birlikte bir hüzün kapladı içini. Yıllar önceki bayramlar geldi aklına, yüzünde hüzünle karışık bir gülümseme belirdi. Can yoldaşının hazırladığı kahvaltı sofrası ve kızlarının erkenden kalkıp bayramlıklarını giyerek sofraya oturmaları canlandı gözünde. Başını önüne eğdi ve yavaş adımlarla evin yolunu tuttu. Merdivenleri çıkarken yorulduğunu hissetti, artık daha çabuk yoruluyordu. Bazen kalbinin çok hızlı attığı oluyordu. Günün büyük kısmını geçirdiği odasına vardığında yarının bayram olması düşüncesi bütün anlamını yitirmişti. Pencereye doğru yönelen gözleri yine gelmeyecekler der gibi bakıyordu. Pencerenin kenarındaki masasına doğru yürüdü, sandalyesini çekerek oturdu. Deri derin nefes alıyordu, sanki ciğerleri ağzına gelecek gibiydi. Birkaç dakika öylece hiçbir şey yapmadan oturdu sandalyede. Bir zaman sonra elleri masanın üzerinde bulunan kâğıt ve kalemine uzandı.

Kaç zemheri bahar geçti
Artık saymıyorum hiçbirini
Bayrammış seyranmış, bana ne ki
Sokaklarda çocuk sesleri
Baba dediklerini işitir gibi
İçime aktı yine sessizliğin feryadı
Biliyorum gelmeyeceklerini
Ama susturamıyorum ki yüreğimi
Zulamda hayalleri, resimleri
Baba diyen sesleri, bir de gelmeyişleri

İlk defa gözlerine uyku çöktü bu gece, hiç böyle olmamıştı. Usulca masasından kalktı, bir süre pencereden dışarıyı izledi. Sonra döndü ve yatağına doğru yürüdü. Kıyafetlerini dahi çıkarmadan uzandı yatağına, göz kapaklarını daha fazla tutamıyordu. Sanki yılların yorgunluğu vardı üzerinde, uykusuz geçen gecelere inat bak işte nasıl da uyuyorum der gibiydi.
Güneş doğuyordu pencereden içeriye doğru. Ancak koca Doğan hala yataktan kalkmamıştı, hiç böyle yapmazdı. Gün doğmadan uyanırdı, çoğu zaman sandalyesinde uyukladığı dahi olurdu. Bu sırada zil çalmaya başladı, ancak bu ses de uyandırmamıştı Doğan’ı. Zil ısrarla çalıyordu. Kapıdan içeriye çocuk sesleri geliyordu. Torunlarının sesleriydi bu. Yıllardır beklediği kızları gelmişti, hem de torunlarıyla. Kapının önündeki ses ve uğultu artmaya başladı. Kapı açılmayınca meraklanan kızları çilingir çağırmışlardı. Çilingir yardımıyla açılan kapıdan içeriye doğru koşturan çocuklar “dede dede” diye seslendiler. Ancak dedeleri yatağında sessizce yatıyordu. Kızları ters giden bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Büyük kızı babasının ellerine dokundu. Buz gibiydi elleri, nefes de almıyordu. Küçük kızı masadaki şiiri gördü ve gözlerindeki sağanağa engel olamadı. Artık ne faydaydı ağlamak, neyi geri getirirdi. Koca bir pişmanlığın çığlığı çökmüştü yüreklerine.
Hala vakit varken gidemeyenlerden olmayın. Hayat kısa, vakit uzun. Kısacık hayatta ufacık bir vakit ayırmak zor değil.  

İlginizi Çekebilir

Gelinciğe Mektuplar

Deniz ÖZBAY

Empati

Serpil GÜNDAY