İÇİMİZDEKİ BOŞLUKLAR
İçinde kocaman bir boşluk vardı insanoğlunun özlemeye dair. Hep bir şeyler eksikti. Neyi, neden bilmiyordu ama özlüyordu. Kalabalıkların içinde yalnızlığı, yalnızken kalabalığı, ayrılanları görünce kendiyle olmayı, mutlu çiftleri görünce mutlu olmayı… Aslında farkında değildi ama hayata karşı bitmeyen bir özlemi vardı. Doyumsuzluğunun yanında özlemi hiç ama hiç bitmiyordu.
Hep daha fazlasını istiyor, elindekiyle yetinmek nedir bilmiyordu. Ne kadar mutlu olursa olsun daha fazla mutlu olmak, ne kadar zengin olursa olsun daha fazla para kazanmak, ne kadar başarılı olursa olsun daha fazla başarılı olmak, en tepeye, zirveye ulaşmak istiyordu. Ve bunları yapmak için de var gücüyle, insanüstü bir çaba harcıyordu. Sanki içinde her şeyi kemiren bir hayvan vardı ve asla geriye hiçbir şey bırakmıyordu. Daha fazla, daha da fazlasını istiyordu her şeyin...
Farkında değildi belki ama ruhu aç olabilir miydi insan dediğimiz varlığın? Yeteri kadar beslenmemiş bir ruhtu belki de böyle olmasını sağlayan. Saçı okşanmamış, kucaklanmamış, sevilmemiş, hep aşağılanmış, hor görülmüş, yetersiz hissettirilmiş, itilmiş, dayak yiyip şiddet görmüş bir bedenin ardında paramparça olmuş bir ruh! Nasıl memnun olsun ki yaşadığı hayattan? Nasıl doyuma ulaşsın ki? Öğrenmemiş, öğretilmemiş, hissetmemiş ki…
Ruhundaki açlığı hep başka şeylerde arar olmuş insanoğlu. Hep bir koşturmaca, hep bir savaş yaşıyordu hayata karşı. Nefes almayı unutmuştu daha fazlasını isterken. Durmuyordu, doymuyordu, nefes de almıyordu. Sanki her şey tepetaklak olacak, paramparça olup yıkılacaktı. Sahi ne olurdu bir dakika durup nefes alsaydı, otursaydı? Yer yerinden mi oynardı? Sistem mi bozulurdu? İşler mi yürümezdi? Dünya başına mı yıkılırdı? Ne olacaktı ki? Hepi topu bir dakika durup nefes alacak, kendini dinleyecekti insanoğlu. Belki de doyumsuzluğuna, ruhuna bir çare bulacaktı. Ama bundan da kaçıyordu işte her şeyden kaçıp doyumsuzluğa yol aldığı gibi…
İçindeki özlem bu yüzdendi işte, hep bir şeyleri özlüyordu. Ne olduğu fark etmezdi insanoğlu için. Özlenecek bir şeyler mutlaka vardı. Çoğu zaman sözler kifayetsiz kalıyordu. Kimseye anlatamıyordu hissettiklerini, istediklerini, özlediklerini. İstiyordu ki; davranışıyla, hareketleriyle onu anlasınlar. Onu zorlamasınlar, yormasınlardı anlattırmak için. Bir bakışıyla, bir nazıyla, bir kibriyle onu anlasınlar istiyordu. Dili lal olunca, içinde attığı sayısız çığlıkları dışarı çıkaramıyordu. Kelimeler düğüm düğüm boğazına diziliyordu. Zaten çoğu zaman konuşmak da istemiyordu kimseyle. Boşa vakit kaybı gibi geliyordu. Bekliyordu. Hem özlemeyi, hem de sevilmeyi…
Hayat ne tuhaftı oysa ki. Her şey elinin altındaydı ama bir o kadar da uzak geliyordu insanoğluna. Aslında her şey çok daha kolaydı. Bu kadar koşturmanın, sistemle savaşmanın bir faydası olmayacağını anladığı an, her şey çözülecekti onun için. Aradığı bütün cevapları, özlemleri, sevgiyi bulacaktı Dünyanın içinde. Varoluşundan bu yana dünya ona hizmet etmek için vardı aslında. Dünyaya hor davranmadığınız sürece size verecekleri sonsuzdu. Çünkü her şey karşılıklıydı bu gezegende. İyiysen iyilik görürdün, kötüysen de kötülük. İşte her şey bu kadar basitti. Çözülemeyecek bir bilimsel teori gibi davranmanın anlamı yoktu. Güzel yaşamak, mutlu olmak, huzurlu olmak, sevmek, sevilmek asla imkansız değildi. Sadece ama sadece atılacak bir adım, söylenecek bir kelime, alınacak bir nefes yeterdi, yetecekti…