Sandık

Hanımannem vefat edeli aylar oldu. Neredeyse seneidevriyesi gelecek. O gün bugündür ne annem ve dayımın ne de biz torunlarının yüreği el vermemiş olacak ki hiçbirimiz evinin içine giremedik, eşyalarını dağıtamadık. Aramızda cesaretini toplayanlar olmasa kimsenin bu durumdan şikâyeti de yoktu aslında. Yaklaşık yetmiş yıllık bir kapıyı, bir daha açılmamak üzere kapatmak kimsenin işine gelmemişti doğrusu. O sabah isteksizce buluştuk. Fıstık çamlarının çevrelediği kahvaltı masasında anılarımızı yâd ettik. En çok da ben konuştum, hem de uzun uzun. Ben anlattıkça, kimi zaman kahkaha attılar, kimi zaman gözleri doldu. Zaman kazanmak istiyordum, bu yüzden çenem düştü. Oysa hanımannemi, toprakla buluşturduğumuz günün akşam karanlığında beni kollarından aldıklarından beri hiç bahsetmemiştim ondan. Kimse de konuşmadı benim yanımda. Aramızdaki farklı bağı herkes bilirdi. Bunca zaman saygı gösterdiler bu duruma. Doktor kuzenim, saatine bakıp “hadi artık” demeseydi akşama kadar anı denizinde kürek çekebilirdim. Çocukluğundan beri hesapçı ve acelecidir. Sayısalcı kafası işte. Fitili ateşleyen yine o oldu. Kimse itiraz etmeyince anladım ki zaman gelmiş, durum kaçınılmazdı. İnce bellinin dibinde kalan son yudumu alıp ayağa kalktığımda, ağzımın içinde biriken acımtırak tat yüreğimi burktu. Ses etmedim. Kalabalığa uydum.

Bahçeden içeri adımımı attığımda gözüme ilk çarpan badem ağacı oldu. Çiçek açmış. Bembeyaz donatmış etrafı. Gelinlikle kefenin rengini saklamış dallarında. Hanımannem evlenip geldiği o gün de çiçekleri varmış, sonsuzluğa uğurladığımız gün de açmıştı.  İlk âşık olduğumda, ilk ayrılık acısını yaşadığımda benden de esirgememişti çiçeklerini. “Sadece dallarda değil, gönüllerde de açar. Yüzlerde gülücüklere, yüreklerde sevdaya dönüşür badem çiçekleri” derdi hanımannem. Bugün bize yine gösterdi yüzünü. Dedim ya farklı bir bağımız vardı bizim.

İçeri girdiğimizde herkes hummalı bir koşuşturmacaya büründü. Konu komşuya dağıtılacaklar, belediyeye verilecekler, çöpe atılacaklar, hatıra olarak saklanacaklar. Kimi duvarda asılı duran gonglu saati, kimi köstekliyi gözüne kestirdi. Kimi de Bünyan Halı ve Bone Chine fincan takımını. Tüm bu hengâmenin arasında tek tek dokunmaya çalıştım evdeki eşyalara, bu da ben de kalsın diyemedim. Ta ki sandık odasına girene kadar.  Karanlık ve rutubetli bu odanın duvarına yaslı, koyu kahve boyalı ceviz sandık, sanki benim onu bulmamı istercesine saklamıştı kendini. İçinde ne olduğunu bilmeden bunu alıyorum deyip cebimde birkaç siyah beyaz fotoğrafla eve geldim. Sandık, bayağı ağırdı. Taşıtmak zor oldu. Üstelik, anahtarı da yoktu. Tüm yorgunluğuma rağmen birkaç tornavida darbesiyle açmayı becerebildim. Kokusu kaçmış, rengi solmuş lavanta torbalarının sarmaladığı bohçaları tek tek açtım, üşenmedim. İncecik dantel ipliğiyle örülüp, kenarları süslenmiş havlular, biber, çarkıfelek, beş parmak, kaynanadili vb. isimlere bürünüp rengârenk oyalanmış yemeniler, hamam takımları, karyola ağzı, yastık yüzü kanaviçeler. Her bohçanın içine sarıp sarmalanan hayaller. Sandığın dibine yakın yerde duran küçük poşeti görmeseydim bütün gece naftalinin ve hatıraların sarhoşluğunu yaşayacaktım. O minicik poşetin içinden çıkanlarla, yorgunluğum da hüznüm de yeni bir heyecana bıraktı yerini.

Arap harfleriyle yazılmış bir not ve sararmış kâğıda sarılı adi metalden olduğunu sandığım bir yüzük. Kıymetsiz görünüyordu. Yer yer paslanmaya yüz tutmuş bu yüzüğün üzerindeki yazılar dikkatimi çekti. Ay yıldız kabartmasıyla süslenmiş halkanın üzerinde “Cihadiye 1332” yazılıydı. Hicri takvimi miladiye dönüştürmeyi biliyordum. Ne işime yarayacak diye söylendiğim şeylerden biri. Meğer o gece içinmiş. 1917 yılına denk geliyordu. Hanımannem doğmadan yıllar önce. Demek ki yüzük ve mektup ona ait değil. Neden sakladı ki bunca yıl, genç kız umutlarıyla doldurduğu eşyalarının biriktiği köhnemiş sandığının içinde? Merak duygum öyle ağır bastı ki hüznümü de kederimi de bir tarafa bıraktım.  Arapça okumayı küçükken öğrenmiştim ama sadece okuyabiliyordum. Vakit kaybetmeden Osmanlıcasına güvendiğim arkadaşlarımdan birine çevirmesi için acil koduyla yolladım. Sağ olsun o da hemen cevap verdi. “Yarım saate elinde bil.” O zor günün gecesini nasıl geçireceğim diye düşünürken, tüm kasvetim dağıldı. Sanki önüme bin parçalık bir puzzle konmuştu ve ben onu hemen bitirmeliyim diye düşündüm. Anlamlandıramadığım bir heyecanla üstelik. İnternetin arama motoruna Cihadiye 1332 yazdığımda görseli elimdekiyle aynı metalin altında yazanlar beni çok şaşırttı. Çanakkale Savaşı’nın gizli kalmış hikâyelerinden biri. Tıbbi yetersizlikler sonucunda, yaralılar İstanbul’a sevk edilince Padişah, telallar vasıtasıyla bir ferman yayımlamış; ev hanımları, genç kızlar gönüllü hemşirelik yapmışlar bu dönemde. Temsilcilerine, para ve ödül teklif edildiyse de onlar bu gayreti vatan için gösterdiklerini ve bunun karşılığında hiçbir şey kabul etmeyeceklerini ifade etmişler. Harp Mecmuası’nda yer verilen yazıya göre Mehmetçik, karınca kararınca bir hediye takdim etmek istemiş ve kullanılamaz durumdaki İngiliz tüfeklerinin namlularını halka şeklinde kesip, üzerine ay yıldız çizmişler. Cihat ilanının tarihine atıf yaparak “Cihadiye 1332” yazarak hemşirelik yapan hanımlara takdim etmişler. Birçoğu, bu yüzükleri Galata’da satıp yine orduya bağışlamışlar.

Avucumun içinde tuttuğum metal halka, şimdi daha da anlam kazanmış, bana kendini anlatmaya başlamıştı. Kime ait olduğundan başka. Zihnimi kurcalayan soru, mail kutumun ikaz ışığıyla cevabını buldu. Kim bilir kaç yıldır, sandığa hapsedilmiş mektubun çevirisini okurken klavyem ıslandı, masamın üzerinde duran metal, aylardır içinde debelenip durduğum karanlığıma ışık yaktı.

“Pervin Hanım,

İnsan yarasını sever mi? Ben çok sevdim. Göğsüme saplanan şarapnel sizinle bütünleşti, acısı yok oldu şifasını sevdim. Hummalı ve ateşli gecelerin sabahında, uyanmadan hemen önce gelincik tarlasında yürüdüğümü görüyordum. Bir başımaydım. Üniformam ve ulvi görevimin gayrısında, sizi görünceye dek bendeniz de ahadiymişim. Gözümü ilk açtığımda o narin çiçeği dahi kıskandıracak zarafetinizi gördüm. Nasıl da çırpınıyordunuz bizleri iyileştirmek için. O andan bu yana ruhumda kopan fırtınaları dindiremiyorum. Bu yüzden size yazmakta hiçbir cihet görmedim. Lütfen cesaretimi bağışlayınız, beni suçlamayınız. Yarın sabah şafak sökmeden yola düşeceğiz. Bu gece de siz yoksunuz. Veda etmek bile nasip olmadı. Ateş hattında hep bu yüzüğü hangi hasnaya vereceğimi düşünürdüm. Yemyeşil umut tarlasında alev rengiyle hemhal zarif bir gelinciğe kısmetmiş. Gelincik olduğu yerde sevilir, koparamazsın, koklayamazsın, vazoya koyamazsın. Vazife uğruna gözümü bir an bile olsun kırpmazken Hak Teala nasip ederse ömrü-ü ebedi yeşil ve ahmerlerde buluşuruz. Hakkınızı helal ediniz.”

                                                                                                                    Mülazım Şinasi.

Pervin Hanım… Hanımannemin annesi. Bu güne kadar resimlerini, albümlerde gördüğüm kadın. Tanışmamız, o geceye kısmet oldu. Sol elimin yüzük parmağındaki sarı metal halkaya baktım. Aylardır aşamadığımız sorunları bir kenara bıraktım.  Telefonuma uzandım ve benden kilometrelerce uzakta, ateş hattında beni düşündüğünü bildiğim adama mesaj attım.” Badem çiçeğin seni çok özledi.” 

Dedim ya farklı bir bağımız vardı bizim diye.  Hanımannem, bunca yıl benim için saklamıştı sandığında yarım kalan aşk hikâyesini, benimki tamamlansın diye.      


İlginizi Çekebilir

Yorumsuz 1

Doç. Dr. Nuray 3.KARAKAYA

Yol nedir? Yolculuk nedir?

Betül ÇEKİCİLER

Her Şey Aniden Oldu

Serpil GÜNDAY