Kırmızı Halı
“Evlerinde halı var,
Dudağında balı var.”
Isparta halısını, bilmeyeniniz yoktur. Hani koyunyününden elde edilen yumuşacık tüylü, odaya sıcaklık veren, halıdan bahsediyorum.
Memuriyete yeni başladığım yıllardı. Her aybaşında, çalıştığım dairenin önüne durdurduğu kamyonunun arkasında, Isparta’dan getirdiği halıları, bıkmadan usanmadan teker teker açar, halılarla ilgili hikâyeler anlatır, methiyeler döktürür, hatta tek eliyle şov bile yapmaktan geri kalmazdı Mustan Efendi. Öyle ki ufak tefek boyuyla koca halıyı havada savurarak atışı akıllara ziyandı. O sırada adeta Alaattin’in uçan halısını andırırdı. Bir halı satmak için elinden gelen bütün marifetleri büyük bir çabayla sergilemesi takdire şayandı. Onca hikâyeyi, anında nasıl bulur da anlatır, şaşar kalırdım. Memurların mesai çıkışı sesini duyurması, hiç de fena bir fikir sayılmazdı.
Her seferinde önünden aldırış etmeden geçtiğim bu halıcı, bu sefer sesini duyurmayı başarmıştı. Beni görür görmez;
“Abla bak, bir halı göstereceğim sana, Allah seni inandırsın bu halıyı alan hemen evlenir, çok mutlu olur.”
“Alla alla! Ya evleneceğimi nerden çıkardın, belki evlenmeyeceğim. Böyle daha mutluyum ki yeni evliyim zaten.”
Satıcıların ağzı da iyi laf yapıyor, bilir bilmez, konuşuyorlar diyesim gelse de akşam akşam iş yorgunluğu var zaten, bir de laf yarışına giremem deyip yutkundum.
“Gel abla şöyle, sana göstereceğim bu halıyı, almadan gitmeyeceksin, garanti veriyorum.”
Tövbe tövbe, zorla satacak adam. Deli midir, sulu mudur anlamadım. Bu ne küstahlık garanti veriyormuş. Alacağımı da nerden çıkardı? Adamın konuşmaları hoşuma gitmemişti. Oldum olası boş konuşan gevezeleri sevmem. Tam arkamı dönüp bir adım atmıştım ki kolumdan yakaladı ayarsızca.
“Abla bu bir halı değil. İçinde anlamlar gizli, her bir renk, motif geçmişin izlerini taşıyor, geleceğin umudunu yansıtıyor. Bizim köyün en güzel kızı Zeliha’nın ellerinden çıktı, her bir ilmeğinde sevgi var. Gariban diye vermediler kızı, o da halıya nakşetti ilmek ilmek sevdasını.”
Şal desenli kırmızı halıyı havada döndürerek önüme atarken anlatmaya devam ediyordu.
“Şu halının güzelliğine bak abla! Zeliha kadar güzel, pırıl pırıl, şu renklere baksana, her biri ayrı güzellikte.”
Bir müddet almamak için dirensem de yeşil krem karışımı halı gözüme takıldı.
Halıcı, bu üzümlü, şu bademli, Kandahar, teker teker isimlerini saymaya başladı.
“Boş ver onları beni dinle, pişman olmayacaksın. Kırmızı halıyı al git, bana da dua et. Her bir ipliğin renginde bile aşk var. Kırmızı tutkunun, yeşil canlılığın, mavi özgürlüğün değil mi abla?”
Sesimi yumuşatarak “öyle tabii…” dedim.
Kırmızı halıyı, sarmaya başlarken “hem sana, altı taksit de yapacağım, kimseye bugüne kadar yapmadım. Sen temiz bir ablaya benziyorsun.” dedi.
Nihayet onca dil dökmeler, Zeliha’nın hikâyesi derken işe yaramıştı. Oturma odamın yegane halısıydı artık. İçinde ilmek ilmek dokunan Zeliha’nın Mustafa’sı vardı.
Bu halının, oturma odamı süsleyen ya da ayaklarımı taştan koruyan bir şey olmadığını, onun ötesinde anlamının olduğunu bilirdim hep. Yıllarca kullanmıştım ta ki renkleri solana (abraş) kadar. Son modaya uyup kaymayan beyaz bir kilim aldım. Fakat kırmızı halının yerini hiçbir zaman doldurmadı. Ne sıcaklığı ne de sevgisi vardı. Soğuktu. Tekrar annemden almaya karar verdiğimde annemin, camiye bağışladığını öğrendim. Başka ayaklar altında anlamını yitirdiği fakat dualarla yıkandığı bir yerin sahibiydi kırmızı Isparta halım.
Her eşyanın, bir ruhunun olduğunu düşünürüm. O ruh yoktu evimde, kaybettiklerimin arasına katılmıştı artık.
Peki, Zeliha Mustafa’sına kavuştu mu ki?