İtirazım Var

Bir hastanenin psikiyatri servisindeyim. Pencereleri demirli bir odada öylece yatıyorum. Hemşireler sabah, öğlen, akşam renk renk, irili ufaklı ilaçlar getirip içiriyorlar. Paso uyuyorum. Hastaymışım! Doktor öyle söylüyor. Kaç gündür burada olduğumu bilmiyorum, merak da etmiyorum. Uyanık olduğum zamanlar kel kafalı, gözlüklü, göbekli bir doktor gelip niçin öyle bir şey yaptığımı soruyor. Susuyorum, inadına susuyorum! Hiçbir şey söylemiyorum.

Niçin öyle bir şey yaptığımı size anlatmamı ister misiniz? Ya da ben anlatayım, isteyip istemeyeceğinize siz sonra karar verin! Yıllarca farkında olmadan içimde biriken öfkeyi, her fırsatta gerekli gereksiz konuşan, televizyon televizyon gezip her konuda ahkâm kesen, yaptığı anlamsız benzetmelerle komik olduğunu sanan o medya maymunu patlattı. Akşam yorgun argın işten dönmüş, bir şeyler atıştırdıktan sonra ayaklarımı sehpaya uzatmış, elimde kumanda kanallar arasında ring seferine çıkmıştım. Kanalın birindeki açık oturumda o malûm şahıs konuşuyordu. Kalın, siyah kemik çerçeveli gözlüğünün üstünden gözlerini devire devire, acayip jestler, mimikler yaparak, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Merak ettim, etmez olaydım, izlemeye başladım. “Birbirimize karşı hoşgörülü olmalıyız. Allah Allah! “Farklı olanları, farklı düşünenleri, farklı yaşayanları ötekileştirmemeliyiz”. Duy da inanma! “Tüm renklerimize sahip çıkmalıyız”. Hadi oradan! “Bir toplum ne kadar renkli olursa, rengârenk olursa, o kadar iyidir”. Dalga geçiyor herhalde! “Tüm renkler birlikte, bir arada yaşamalıyız. Her renge saygı göstermeliyiz”. Birden vücudumdaki tüm kan beynime hücum etti sanki. Oturduğum yerde şöyle bir doğrulduğumu hatırlıyorum. Sunturlu bir küfür savurdum. Hoşgörüymüş, renkmiş, saygıymış! Dün tam tersini söylüyordun. Bugün ne değişti? “Bu kadarı da fazla artık.” diye bağırmışım. Kendi sesimden ürktüm. Birleşip karışıp çok güzel bir tablo oluşturan renkleri, ayırıp ayrıştırıp tuvalin sağına soluna fırlatın, sonra da “Renkler bizim zenginliğimiz.” diye göz boyayın. Acayip sinirlenmiştim. Biraz önce pelte gibi yayıldığım koltuktan dipçik gibi kalkarak, nohut oda bakla sofa evimin, kibrit kutusu salonunda, üç adım sağa, dört adım sola volta atmaya başladım.

Şimdi diyeceksiniz ki niçin bu kadar sinirlendin? Ben sinirlenmeyeyim de kim sinirlensin! Bu ayrışmayı, hor görülmeyi, itilip kakılmayı iliklerime kadar yaşadım ben. Hem de kendimi bildim bileli. Hiç kimseden hoşgörü falan da görmedim. Şöyle bir fotoğraf ya da film sahnesi düşünün: Mahallenin çocukları sokakta top oynuyor. Çocuğun biri de kaldırımda oturmuş, boynu bükük, mahzun, onları seyrediyor. İşte o çocuk bendim. Okulda en arkada tek başına oturan, sınıf arkadaşları tarafından yok sayılan bir çocuk hayal edin! O da bendim. Üniversite yıllarında herkesin sevgilisi vardı, benim yoktu. Diğerlerine anlam yüklü bakışlar fırlatan kızlar, bana boş gözlerle bakarlardı. Sanki ben görünmezdim. Onları uzaktan, kıskançlıkla izleyen genç de bendim. İşyerinde herkes birbiriyle şakalaşırken, muhabbet ederken, birlikte yemeğe giderken, gözünü ekrandan ayırmadan eşek gibi çalışan da yemeklerini tek başına yiyen de benim. Şu dünyada, milyonlarca insanın yaşadığı bu kentte, kalabalıklar içinde yapayalnızım. Niçin? Ben de bir renk değil miyim? Diğer renklerle karışıp tabloya farklı bir renk, farklı bir tat, farklı bir anlam katamaz mıyım? Niçin ben de dışardaki kalabalıkların arasında değilim? Neden her sabah kafam önümde işe gidip, akşamları kös kös eve dönüp tek başıma pinekliyorum? Bu toplum niye beni içine almıyor? Niye birlikte yaşamıyoruz? Farklılıklarıma neden hoşgörü gösterilmiyor? Delirmiştim adeta. Hırsla kapıya yumruk atmışım. Sinirden elimin acısını bile o an hissetmedim. İçimde yıllarca biriken, biriktirdiğim ne varsa ortalığa saçılmıştı. “Neden, neden, neden?” diye söylenerek salonda dolanıyordum. Aslında sorduğum sorulara kendimce bir yanıtım vardı. Daha doğrusu yanıtlarım. Çok çirkindim mesela, hâlâ da öyleyim. Bir neden bu olabilir. Doğu Anadolu’nun ücra, Allah’ın bile unuttuğu bir köyünde doğmuş, altı yaşında bu kente gelmiştim. Diğerleri gibi kentli değildim. Onlar gibi konuşmuyor, onlar gibi giyinmiyordum. Annem anneleri gibi, babam babaları gibi değildi. Biz farklıydık. Bir sebep de bu olabilir. Hayatı algılayışım, tercihlerim de farklı. Bir başka neden de bu olabilir. Ama tüm bunlar bir insanın dışlanmasına neden olabilir mi? Bu kadar basit mi? İnsanın olduğu gibi kabul edilmesi bu kadar zor mu? Neyse, nerede kalmıştık? Ben böyle deli danalar gibi dolanıp dururken, kafamdaki ampuller tek tek sönmeye başladı. Beynim zifiri karanlıkta kaldı. Karanlık korkutucudur, çünkü arkasını göremezsin. Beynim karanlıkta kalınca ben de ardını düşünemedim.

Sonra ne mi oldu? Sonra kendimi yaşadığım on katlı apartmanın terasında buldum. Terasın etrafı bel hizasında duvarla çevrili. Duvarın kenarına ilişip derin derin nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. Bir süre şehrin ışıklarını seyrettim. İçim içimi yiyordu. Aşağıya baktım, caddede insanlar, karınca gibi telaşla sağa sola koşturuyorlardı. Uzaktan bir şarkı yankılandı kulaklarımda. Köşede, benim gibi dışlanmışların takıldığı bir mekân var. Sanırım oradan geliyordu. Yarım kalan sevgiye, şu emanet gülmeye. Caddede trafik yoğunlaşmıştı, otomobiller adım adım ilerliyordu. Ben hep yenilmeye mahkûm muyum? Karşı apartmanın sekizinci katında, genç bir kadınla bir erkek, kahkahalar atarak salonun ortasında dans ediyordu. Ben hep ezilmeye mecbur muyum? Çok yükseklerde bir uçak, kırmızı, sarı, beyaz ışıklarıyla bana göz kırparak kentin üstünden geçiyordu.  İtirazım var bu zalim kadere . Birden bir şimşek çaktı zifiri karanlıkta yolunu kaybeden beynimde. İtirazım var bu sonsuz kedere. Daha önce niye yapmadım ki?  Feleğin cilvesine, hayatın sillesine . Ağlamayan bebeğe meme vermezler. Dertlerin cümlesine itirazım vaaaaar diye uzatarak isyan edince Müslüm Baba, “İtirazım var ulan!” deyip terası çevreleyen duvarın üstüne çıktım. Kendimi kuş gibi hafif hissediyordum. Kollarımı yelpaze gibi hafif hafif aşağı yukarı hareket ettirsem, karşıdaki apartmanın çatısına konuverecektim sanki. İnsanlar niçin kuşlar gibi uçamaz ki? Ellerimi ağzımın önünde boru gibi birleştirdim, “İtirazım var topunuza. İtirazım var sizin düzeninize.” diye bağırmaya başladım. Sanki on katlı bir binanın tepesinde, bir karışlık bir duvarın üstünde değil de evimin salonundaymış gibi rahattım. O an farkında bile değildim. Bir insan değil de bir martı ya da kargaydım. Kargaydım karga. Karga gibi kara ve çirkin. Sanki o duvarın üstüne tünemek benim rutinimdi. Bağırıp çağırıp içimdekileri döküyordum. Beni ilk fark eden karşı apartmandaki dans eden çift oldu. Kadın pencereyi açıp bana el kol hareketi yaparken, erkek panikle telefon ediyordu. Sonra caddede insanlar yukarıya bakmaya başladı. Üç beş derken caddedeki insan trafiği durdu, herkes film izler gibi beni izliyordu. Bir anda caddeyi siren sesleri doldurdu. Bir itfaiye aracı ile iki polis otomobili geldi, bizim apartmanın önünde durdu. İtfaiyeciler aceleyle tam altıma gelecek şekilde hava yastığı açtılar. Üç dört polis koşarak apartmana girdi. Şimdi bunları böyle anlattığıma bakmayın. Ne kadar zaman geçti, ben ne kadar o duvarın üstünde durup tüm dünyaya saydırdım, inanın hiç farkında değilim. Taa ki, arkamdan polisler seslenene kadar. Sivil olanı “Aman kardeş, değer mi? Yavaşça geriye dön, konuşalım, ne derdin varsa halledelim.” diyordu. Ben ise avazım çıktığı kadar, “İtirazım var, yaşamadan ölmeye, itirazım var.” diye bağırıyordum. Polis, “Yaşamadan ölmeye ne gerek var? Bak şimdi sana elimi uzatacağım, elimi tut.” diyordu. Ben “Sakın yaklaşma, atarım kendimi aşağıya, itirazım var bu zalim kadere.” diye tehdit ettim polisi. Sonra ne oldu, ne hissettim bilmiyorum, kollarımı iki yana açtım. Titanik’teki o meşhur sahne gibi. Ama polis beni yanlış anladı. Zaten şu batasıca dünyada beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı. Ona elimi uzattığımı sandı, tutmak için hamle yaptı. Ben de refleks olarak elimi geri çekmeye çalışınca dengemi kaybettim, olanlar oldu. Sonrası bende yok. Gözümü hastanede açtım. Birkaç kaburgam ve sağ bacağım birkaç yerinden kırılmış, sağımda solumda ufak tefek zedelenmeler falan. Ters düşmüşüm hava yastığının üstüne. Düzgün düşseymişim kırılmazmış. Aman ne iyi haber, çok rahatladım! Neyse, ortopedi servisindeki tedavi süreci bitince kafamdaki arızayı onarmak için psikiyatri servisine aldılar. İşte böyle! Benim keltoş biraz sonra gelir, “Niçin böyle bir şey yaptın?” diye sormaya. Aman ha! Ağzınızı sıkı tutun, sakın bir şey söylemeyin. Benim ona da itirazım var!

 


İlginizi Çekebilir

Kendi Cennetini Yarat

Nurseli TÜFEKÇİ

Sorular

Gülgün BİLGİÇ

Kurtuluş Bileti

Sinem ALTUĞ