Büyükanne Polly

St. Loo’daki bu şato köklerinin üzerine heybetli heybetli sımsıkı oturmuş, çevresini mağrur bakışlarıyla süzerdi. Bu şatonun yapısından mı bilinmez, içinde yaşayan ailem de mağrur ve otoriter insanlardı. Burada yaşayan herkes askeri bir düzende yaşamaya ister istemez mecbur bırakılırdı. Ben de bu insanlardan biriydim. Her sabah uyanır uyanmaz dişler fırçalanır, saçlar iki yana nizami bir şekilde taranır, papyonum giyeceğim kıyafetin rengine uyumlu olarak seçilirdi. Sonrasında marş marş yemek salonuna kahvaltıya.

Henüz on yaşlarındaydım. Bir sabah yine aynı rutinimde yatağımdan kalkıp pencereden dışarıya baktığımda bahçedeki güller, boyunlarını toprağa bırakmış sinsi bir hüznün koynunda gibiydiler. Gökyüzüne baktığımda etraf hâlâ aydınlanmamıştı. Bulutlarda matem ağırlığı vardı. Az sonra dadım Mary, her sabah olduğu gibi heyecanlı heyecanlı konuşarak odama girdi."Hadi Tom artık giyinme vakti. Dişler fırçalanacak, saçlar taranacak, kıyafetini seçtin mi? Kahvaltı salonuna inmeliyiz annen gelmeden." Diğer sesleri artık duymuyordum, kesik kesik heceler geliyordu kulağıma. Çok heyecanlı bir kadındı Mary, her sabah bir sürü cümleyi nefes almadan ardı ardına sıralardı. Öyle bıkmıştım ki yarısını dinlemez olmuştum. Banyodan çıkar çıkmaz Mary pijamalarımı çıkardı. Gardırobu açıp lacivert pantolonum, beyaz gömleğim ve onlara uyumlu papyonumu avucuma sıkıştırdı. "Hadi bakalım küçük bey, hemen giyin." Pantolonumu giyinirken ayakkabılarımı eline aldı, evirip çevirdi. Anlaşılan bir leke arıyordu. Gözleri boşu boşuna bakıyordu. Her gece yatmadan önce annesinin sert komutlarıyla ayakkabılarını gıcırdatarak parlatan bir çocuk olarak ben, ayakkabımda lekenin esamesi olamazdı. Bunalıyordum gün geçtikçe, yaşım büyüdükçe bu şatodan ve insanlarından kurtulmak istiyordum. Karşı koridordan annemin topuk tıkırtıları gelmeye başlamıştı. Birkaç adım sonra odamın kapısını hızla açan annem, "Tom her sabah aynı şey hâlâ geç kalıyorsun, kahvaltı salonuna tam saatinde inmeyi öğrenmelisin." Mary’e dönerek "Mary sen de ne kadar yavaş davranıyorsun. Sen de Tom kadar sorumsuzsun." dediğinde Mary boğazındaki yumruyu güçlükle yutarak titrek bir sesle "Baş üstü Bayan Hamilton, hemen aşağı iniyoruz."

Annemden herkes çok korkardı. Onun o donuk bakışları, buz yüzü, çevresine saçtığı öfke patlamaları en ürkütücüsü ise Büyükanne Polly ile gece yarıları şatonun koridorlarında yaptığı ayinlerdi. Büyükanne ile ritüelleriydi bu, haftada üç gece başlarını merdivenin tırabzanına sokup anlamsız kelimelerle ürkütücü sesler çıkarır, başlarını yukarı aşağı sallayıp dururlardı. Çok korkardım seslerini duyduğumda. Büyükanne Polly'nin gözleri her zaman beni ürpertirdi. Kıpkırmızı ateş gibi gözleri vardı, sanki bu dünyadan değildi. Ya da iki dünyası vardı. Biri şatodaki dünyası, diğeri ise karanlık bilinmez bir dünya. Kemik kolyeleri vardı. Zayıf kolları, damarlı elleri, bir de masallardaki pamuk prensese elma veren cadı gibi uzun tırnakları her an içleri kanla dolacak gibiydi. Geçen kış ayında geçirdiği felçle konuşamaz olmuştu, anlamsız heceler kelime gibi çıkıyordu ağzından.

O sabah Annem Mary ve ben hızlı adımlarla kahvaltı salonuna gitmek üzere merdivenlerden inmeye başlamıştık. Bir anda hizmetlilerin çığlık çığlığa bağrıştığını duyduk. Ne olduğunu anlamadan kendimizi Büyükanne Polly’nin odasında bulduk. Oradaydı, yerde sol tarafı mor renkle kaplıydı. Tekerlekli sandalyesine sıkışmış siyah şalı boynunu sıkmıştı, kolları kan içindeydi, tırnaklarında kan lekeleri vardı. Doktoru çağırdığımızda kalp krizi, dedi. Konuşamadığı için can havliyle kollarını tırmalamıştı. Büyükanne her zamankinden daha ürkütücü görünüyordu. Annem ağlıyor, bağırıyordu. On yaşında küçük bir çocuktum, sürekli korkmaktan kurtulduğuma içten içe sevinmemiş değildim. Çünkü büyükannem bana bir gün sarılmamış, hiç sevgi göstermemişti. Ertesi gün kalabalık bir törenle cenazesini yolculadık. Cenazedeki insanların yüzlerine baktığımda kimsenin yüzünde en ufak bir üzüntü mimiği, gözyaşı görmedim, bir tek annemin dışında. Sanki evlerindeki çöp poşetlerini atıp kötü kokudan kurtulmuşluğun ferahlığı vardı herkesin yüzünde. Büyükanne Polly meclis üyesi olduğundan; herkese eziyet etmiş, kimse tarafında sevilmeyen bir kadın olmuştu hep. Ben sürekli korkmaktan, onlar da bu sevimsiz kadından kurtulmuşlardı. Evet, Büyükanne artık gökyüzünde, Tanrıy'la baş başasın.

Birkaç gün sonra Büyükannenin ahşap odası tadilata girdi. Annem o odayı benim piyano odam yaptı. New York City’den gelen piyano hocam ve sıcacık şöminemle huzur dolu bir hayatın kucağındaydım. Hocam John, beni çok yetenekli buluyordu, şimdiden iki parçayı eksiksiz çalmaya başlamıştım. Annem eve gelen her konuğu piyano odama indirip şarkılarımı dinletiyordu gururlu gururlu. Şato artık huzur dolmuştu. Ben de bu mutlulukla gece gündüz piyano çalmaya devam ediyordum. Bir gece herkes uyuduğunda piyano odama inmiştim, piyano çalmak benim için eşi benzeri bulunmayan bir terapiydi. Tuşlarda parmaklarım gezinirken do, re, mi. fa piyanom "la" tuşunda takılı kaldı, tuş kendi kendine hırçın bir kısrak gibi bir aşağı bir yukarı basıp duruyordu. Yayında bir gerilme oldu diye düşünürken bir anda sağ omuzumda bir sızı hissettim, sanki omuzuma bir şey batmış gibi sıcaklık gelmeye başladı. Parmaklarıma kadar inen sıcaklığın kan olduğunu görünce yerimden ateşler içinde kalktım. Arkama döndüğümde işte o an burun burunaydık, ateş kırmızısı gözleri, donuk bakışlarıyla karşımdaydı. Hızla kapıya doğru koştum, benden önce kapının tokmağını kavramış, cılız sesiyle anlamsız kelimelerini söylüyordu. Sesi daha da gizemli ve ürkütücüydü. Var gücümle kapının koluyla debeleniyordum. O sırada sesimin çıkmadığını fark ettim, oysaki tüm gücümle bağırıyordum. "Anne hadi uyan, bodruma in beni kurtar!" Artık gözümde ne piyano vardı ne de huzur, tek istediğim Büyükanne Polly’den kurtulmaktı. Ani bir hamle yaptım, o daha da kuvvetli bir hamleyle beni boğazımdan tutup havaya kaldırdı. Tırnakları ile yüzüme çizgiler çiziyordu. Canım yanıyor, kanlar tüm kıyafetimde geziyordu. Her yer buram buram kan kokuyordu, ölecektim bu odadan çıkış yoktu. Soluğum kesildikçe kahkahalar atıyor, bağırıyordu. Bedeninden tüm odaya yayılan çürük et kokusu nefes almamı güçleştiriyordu, terler içindeydim, gözüm bir an şöminenin demir tablosundaki maşaya takıldı. Büyükannenin bir an boşluğunu yakalayıp onu yere ittim, maşayı elimle kavrayıp canhıraş halde damarlı ellerine vurmaya başladım. Her maşa darbesi o kocaman damarları patlatıyor, odadaki parkeler harita şeklini alıyordu. Durmuyordum, duramıyordum, kendimden geçmiştim. "Hayır, hayır! Buna bir son vermeliydim." Büyükanne yerde kıvrılmış yatıyordu, güçlükle nefes alıyordu. Maşayı elimden bırakıp yüzüne doğru eğildiğimde ilk defa yeşil gözlerini gördüm. "Özür dilerim Büyükanne, özür dilerim." derken ilk defa bana tebessüm etti.

Penceremden sızan ay ışığıyla annemin bağırış sesleri kulağımı tırmaladı. Tom, Tom, kâbus mu gördün?

 


İlginizi Çekebilir

Zihin Nerede?

Zuhal KAP

Şehnaz

Zuhal KAP