Aslan Kayınço
Bulutların yukarısına ne ara ne hızla çıktık hiç fark etmedim. Uçak iki bin metrede kapıları açacak demişlerdi. Nabzım yüz kırk falan olmalı. Ellerimle sıkı sıkı yapıştım koltuğuma. Kalbim ağzımda. Nasıl da pis pis sırıtıyor karşımda oturmuş. Kapı açılınca şiddetli bir rüzgar. Pıtı pıtı pıtı. Güçlü bir gürültü. Bizi dışarıya davet ediyor.
Hıyar kayınço. Ne işimiz var bizim burada. Nasıl da kandım sana.
Çocukken tanışmıştık kayınçomla. Elma ağaçlarının ardında ablasını gözetlerken ben, bir karış boyuyla kafama mutfaktan eline geçen tavayı indirmişti namuzsuz. Tepemde şimşekler çakmıştı. Ben başımı tuta tuta kaçarken, arkamdan eline gelen taşları fırlatıp durmuştu. Koluma bacağıma çok yerime isabet almıştım. Velet işte. Tanışmamız böyledir.
Hala uçağın içindeydik. Ellerim donmuştu. Rüzgar. Tek tek uçaktan atlamaya başladı ekiptekiler. Kayınço da hem ekipmanları giyiyor hem de bağıra çağıra bana bir şeyler anlatmaya çalıyordu. “Ne var ne?” diye bağırdım. Gürültünün içinden duyduğum kelimeleri birleştirirebilmiştim. “Önce sen atla, hemen arkandan da ben atlayacağım.” “Ya arkadaş, insan iddiaya girerken çayına girer, yemeğine girer ne bileyim yerde başlayıp yerde biten bir etkinliğine girer. Gitmişsin uçaktan atlamasına bahse tutuşmuşsun, bir de kendin yetmezmiş gibi beni de sürüklemişsin. Hay senin aklına ben...”
Şükran’ın peşinden koşarken, bitli küçük kardeşi beni ne kadar engelleyebilir diye düşünüyordum. Bende ibre olmuş bin beş yüz, kimse beni durduramaz. Derken çelme üstüne çelme yedik. Tam tavlamışım Şükran’ı gitmişiz kuytu bir çayhaneye tam öpeceğim kızı hafiften kendime bastırarak. Köşeden çıktı hoop arkadaşlarıyla çullandı üstümüze. O günden sonra Şükran’la gizli gizli o sinema senin bu arkadaşın arka bahçesi benim kayınçonun okul çıkışını kollayarak buluştuk seviştik hep. Zamanla büyüdükçe bize olan düşmanlığı yerini sevgiye bıraktı. Ergenliğe girince, kız peşinde o da koşmaya başlayınca anladı Şükran’ı ne kadar çok sevdiğimi. Bana güvendi. Tavırları değişti. İlk sigarasını yanımda tellendirdi. Kafeye çağırdı, arkadaşlarını topladığında davet etti. Biricik eniştesi olmuştum.
Sı... eniştene. “Ulan beni neden sürükledin peşinden. Benim çoluğum çocuğum var. Atla kendi başını ye be adam!”
“Nee?”
“Neneler götürsün seni.” Eğitmen yanıma geldi. “Hadi sıra sana geldi. Tüy gibi havalanıp kuş gibi yere konacaksın.”
“Olmaz” Karşımda sırıtan kayınçoyu işaret ettim. “Bu şeytan önden davransın. Beni atlatır o arkamdan gelmez, verdiği sözü tutmaz. Güvenmiyorum. Önce o. Ben anlamam.”
Kayınço kızlarla takılmaya başlayınca beni daha da yakın arkadaşı yaptı tabii. Borç ister veririm, haftalığımı alınca vereceğim der vermez. Küçüklüğünde de bakkala gönderirdik. Para üstü asla geri dönmezdi. İlla kendine sakız şeker bir şeyler alırdı. “Arabanı ver enişte Sultan’ı deniz kenarına götüreceğim.” der, veririm arabayı iki gün geri getirmez. Getirdiğinde muhakkak bir çizik bir hasar bırakır. “Enişte vallaha tır beni görmedi keskin dönüşte, benim bir suçum yok.” “Enişte, Nesrin’e direksiyon öğreteceğim” “Enişte, Nesrin heyecan yaptı, söz ben Yaşar Usta’ya götüreceğim arabayı salı günü.” Tamirciye bir kere bile gitmedi yerini bile bilmez.
“Enişte saçmalama hadi ver elini arka arkaya atlıyoruz. Cümlealeme Harun ASLAN ve eniştesi Kemal GÜNDÜZ’ün ne delikanlı ne sözünden dönmeyen, yiğit, korkusuz, mecaracı adamlar olduğunu kanıtlayalım.”
Korka korka, deli gibi rüzgar alan kapının önüne kadar geldim. Eğitmenin sesi sağ kulağımda. “Şimdi bir adım daha.” Arkamdan güçlü bir el beni dışarıya itti.
Serbest düşüşten beklediğimin, yüksek hızlı bir yere doğru çekilme hissi olacağını sanmışken tam tersi bir etki hissettim. Kalbim yüz kırkla giderken ani bir fren yaptıktan sonra sürüklenen araba gibi ağır çekimde çarpmaya başladı. Karınüstü düşerken kollarım bacaklarım serbestti ama sanki kıpırdatacak gücüm yoktu rüzgara karşı. Uçağın gürültüsü yerini sert rüzgarın sinsi uğultusuna bırakmıştı.
Bulutların içinden katman katman geçip yere doğru inerken tam da havada asılı kalmış gibi hissetmeye başlamıştım ki heybeden peydahlanan paraşütün açılacak mı açılmayacak mı kaygısıyla duvara çarpmış gibi hissettim.
Şükran’la evlenmiştik. Düğünde limonatanın içine içki katmış, bardak bardak içmiş sonra da olay çıkartmıştı o gece karakollardan biz topladık beyefendiyi. Yüzü bile kızarmadı. Ertesi hafta “Enişte borcum birikti, sen şu düğünde takılan altınlardan borç ver bana altı ay içinde yerine koymazsan yüzüme bakma.” dedi. Sözüne inandık verdik. Yedi yıldır evliyim altının gramı uçtu gitti, bir tanesini bile yerine koymadı. Doğum günümde bir ceket almış sağ olsun.
Yere ne kadar yaklaşmıştım, paraşütün ipi neredeydi, aman Allah’ım ya kayalık ağaçlık bir yerlere düşersem. Parçam kalmaz ahh kayınço kül edeceksin beni. Derken sırtımda güüüm diye bir ağırlık. Yapıştı bırakmıyor. Kartal mı saldırdı, ben kuşa mı çarptım bir panikledim bir panikledim. Sonum geldi. Ee herkesin bir vadesi var. Bittiyse bitti Allah bilir. Arkamdaki vahşiyle döne döne süzülmeye başladık. Artık yerdeki ağaçlar, insanlar iyice şekil almaya başlamıştı. İniş yakın bir vakitte gerçekleşecekti ama nereye.
Son bombası da küçük bir pansiyon işletmek fikriydi. Ne diller döktü, “Senin üzerine açalım bak valla şahsına, parana halel gelmeyecek, gül gibi işletip götürürüm ben başında dururum. Sen sadece he de at şuraya imzanı gerisine karışma. Küçük de bir sermaye ateşlersen sana olan borçlarımı bir kalemde temizleyeceğim, bak Samet’e bisiklet aldım. Sever mi mavi?” Benim yumuşak karnımı da biliyor kerkenez.
Onu da beceremedi. Fuhuş yapılan otelin sahibi diye haberlere çıktım. Eşe dosta rezil oldum. Ana habere çıktım götürülürken. Ben gidiyorum arkamdan o geliyor elini kolunu sallayarak; “Kemal GÜNDÜZ, evine eşine bağlı, bir çocuk babası, dünya iyisi, esnafın sevgilisi bir zattır. Burası ailelerin kaldığı nezih bir oteldir. Hakkında iddia edilenler asılsızdır. Cennetliktir o cennetlik. Yalan. Hepsi yalan. Kurmaca.” İsmimi söylemeseydin bari pez...
Yükümden kurtulmaya çalışırken arkamdaki süzüldü, elimi tutarak benden uzaklaştı. Baktım bizim kayınço. Atlamış hemen arkamdan. Kesin çakılacağız.
Bana eliyle sakin ol işareti yaptı. Paraştün ipinin yerini hatırlattı. İşaret diliyle sakin ol beşe kadar say ve ipi çek mesajını verdi. Güçlü bir hamleyle omzumu itti. Kendini benden uzaklaştırdı. Artık tek başımızaydık. O kadar dalavere işinin arasında serbest atlayış eğitimi almıştı. Ama sen mahalle arkadaşlarınla ne diye iddialaşırsın rakı masasında da ‘Eniştene etmediğin kalmadı hayatta kabul ettiremezsin atlamayı’ dediklerinde ‘Biz eniştemle atlarız, o beni kırmaz deyip de benim hayatımı tehlikeye atarsın. Kaybedeceğimiz de bir kalkan balığı.
İpi çektim hadi hayırlısı dedim. Paraşüt losaps diye açılınca havada ağır ağır gezinerek yere inmeye başladım.
Kayınço yere indi bile kırmızı paraşütü yerlere serildi. Rüzgar. Eyvah! Rüzgar. Beni uzaklara sürüklüyor. Kayınço küçüldü de küçüldü. Ağaçlar insanlar tekrar yok olmaya başladı. Denizin üzerine doğru şiddetle sürükleniyorum. Kan ter içindeyim. Dilim damağıma yapıştı.
“Kemal. Kemaaaal. Uyan sayıklıyorsun.” Şükran’ın sesi bu. “Kalk hadi sofra hazır Harun kalkan getirmiş. Bir de taze ki.”