Leyla'nın Fendi
Bunalmıştı. Doğrulup kuş tüyü yastıklara verdi sırtını. Hafif esen rüzgarla uçuşan tülü yakalayıp kenara savurdu. Dingin sessizlikte mehtabın denize serpiştirdiği ışıltılı yol balıkçı tekneleriyle doluydu. Hüzünle gülümsedi: “Zavallı balıklar! Gece yarısı bile rahat yok.” Burnun ucundaki fener yanıp sönüyordu yine. Gecenin laciverdinde engine dalıp gitti.
Ne çok istemişti şu yazlığı. Görür görmez âşık olmuştu. Çocukluğuna kavuşmuştu sanki. Kıyıköy’de bir başına, denize kafa tutarcasına kayalıkların tepesine dikilmişti. “İyi de denize nasıl ineceksin?” demişti kocası. “İnmesem de olur, seyri yeter. Hafta sonları beraber ineriz.” diye hemen ağzını kapayıvermişti ki vazgeçmesindi. Kocası ürkmüştü aslında. Bir başına o ıssız yerde nasıl bırakacaktı biricik karısını? “Deniz var ya… Korkma. Korur beni.” diye muzipçe gülümseyip göz kırparken, “Hem zaten mevsim bilemedin iki-üç ay buralarda.” diye ısrar etmişti Leyla.
Kocası ne inat olduğunu bilirdi, çaresiz gidip oturmuştu pazarlığa. Zaten elinden bir kaçanla bir uçan .kurtuluyordu bir de çok sevdiği Leylası. İmzayı atmıştı atmasına da aklı almıyordu hâlâ nasıl yaptığına. Leyla onca gün tek başına orada? O ıssız, bucaksız yerde… “Bir kere de hayır de be oğlum şu kadına, bir kere.” diye söylenmişti kendi kendine.
Hemen o yaz taşınmışlardı. Denize tepeden bakan bembeyaz boyalı, ahşap, iki katlı şirin mi şirin minik ev yeni uğraşları olup çıkıvermişti. Gönüllerince yapana dek epey mesai harcadılar. Ev baştan aşağı elden geçirildi. Bahçesi bellendi. Çitleri yenilendi. Sadece iki kestane ağacı vardı. Kiraz, ayva, nar başta; türlü türlü meyve fidanları dikildi. Bir de ıhlamur ağacı istedi Engin, illâ. Domates, salatalık ve mutlaka sırık fasulyeyse Leyla’nın inadıydı.
Bir ay içerisinde sıkı bir çalışmayla evi toparladılar. Engin’in izni bitmişti bile. Pazartesi iş başıydı. Lakin endişeliydi. Leyla, Nuh diyor peygamber demiyor, asla razı olmuyordu İstanbul’a birlikte dönmeye. “Hafta sonu beraber geliriz karıcığım. Buralarda bir başına nasıl bırakayım seni?” diye ne kadar ısrar etse de dinletemiyordu bir türlü. Akşam aklına gelen fikre çok sevindi. Sabah karısını öpüp “Allahaısmarladık.” derken içi rahattı. Leyla sevinçle el salladı, su döktü arkasından.
Araba gözden kaybolur kaybolmaz kendini kestane ağaçlarındaki hamağa atıverdi, keyif çattı bir güzel. Çok yorulmuşlardı bu bir ay boyunca. Her yeri sızlıyordu durmadan çalışmaktan. Ilık ılık esen rüzgârın altında tatlı bir uykuya daldı. Rüyasında evin penceresinden denize atlıyordu, Engin de peşinden bağırıyordu: “Duurrrr, yapmaaa!”
Aradan epey bir zaman geçmişti ki korna sesiyle uyandı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Karşıdan, tepenin gerisinden bir araba gördü, homurdanarak gelen. Güneş gözünü almıştı, ilk başta seçemedi. Oflayarak kalktı yerinde: “Bu ne ya şimdi? Tam rahata ermişken.” Araba yaklaştıkça, elleriyle güneşini kestiği gözleri faltaşı gibi açılmaya başladı. Nevin Teyzesiydi bu, eniştesi ve düldülleri. “Allah Allah! Ne işleri var burada? Gelibolu nire, bura nire, oha ya” diye söylendi: “Dakika bir gol bir. Buyurun burdan yakın. Nasıl geldi bunlar, buraya?”
Araba durunca, Nevin Hanım zorlukla inmeye çalıştı. Leyla yetişip yardım etti. “Aman efendim aman. Kimler gelmiş? Bu ne güzel sürpriz böyle?” “Ne sürprizi a kızım?” Yaşlı kadın tutulmuş belini doğrultmaya çalışırken ellerini gözlerine siper edip dik dik baktı Leyla’ya: “Engin söylemedi mi geleceğimizi?” “Yoo!” dedi Leyla şaşkınlıkla. “Allah Allah, ne garip çocuk bu böyle? Zaten, dün gecenin bir vakti arayıp yüreğimizi kaldırdı. Leyla sizi çok özlemiş, biraz da rahatsız, bense işe başlamak zorundayım. Acaba sabah erken yola çıkıp gelseniz, hem buralar pek güzel. Leyla da ne mutlu olur. Eh n’palım biz de düştük yollara iki yamuk, kızımız özlemiş diye. Yoksa ne işimiz var bu yaşta buralarda?” “Ah Engin ah!” dedi Leyla içinden, “İyi halt ettin.”
“Kusura bakma teyze ya aklı çıktı ben burada yalnız kalacağım diye. Onun için rahatsız etmiştir sizi.” “E, adam haklı evladım, güzel müzel de bu ne ıssız yer? Kuş uçmaz kervan geçmez, bir başına olmaz ki. Neyse, gördüğün gibi artık yalnız değilsin, iki koruyucu meleğin var. Bizden de nasıl koruyucu olacaksa?” diye bastı kahkahayı. “Caydırıcı güç diyelim.” diye lafa karıştı enişte gülerek, “Hadi artık, bırakın çeneyi de şöyle güzel bi kahvaltı hazırlayın, denize nazır.” derken acil bir durum vardı belli, içeriye seğirtti. Giderken de sesleniyordu: “Hanımmm, bagajdaki tulum peynirini unutmayın” Leyla’nın ekşimiş suratı birden aydınlandı: “Ne deysun Enişte?” Sevinçle arabaya koştu.
Çay hazır olunca kuruldular sofranın başına, keyifle yenilip içildi. Leyla tulum peynirinin yarısını bitirmişti, teyzesi eline vuruverdi: “Yeter kız. Kocana da sakla biraz.” Çekip aldı peyniri önünden. Sonra evi, bahçeyi gezdiler. Yol yorgunu yaşlı çiftin uykusu gelmişti. Hemen yataklarını yaptı.
“Ah Engin, ah! Hayallerimin içine ettin. Manzaradan da olduk mu?” diye söylenirken, telefonun sesi çalındı kulağına. Fırladı, “Yedim seni şimdi.” diyordu merdivenleri koşarak inerken.
“Niye bu kadar kızdın canım?” Engin’in sesi mutluluktan uçuyordu. “Seni oralarda nasıl bırakacaktım bir başına. Hem ne zamandır görüşmüyorduk. İyi olmadı mı yani?” Leyla direkt sordu: “Ne kadar kalacaklar?” “Şeyyy, bir ay sonra gelebileceğime göre, demek ki dört haftacık falan.” der demez Leyla, “Neeeeee!” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Yukarıdan teyzesinin sesi geliyordu: “Leylaaa, n’oldu kızım?” Kendine geldi, “Yok bir şey teyze, meraklanma.” Bahçeye attı kendini.
Sinirinden delirecekti: “Hah bana bulduğun koruculara bak, çığlığımı duyunca tek yapabildiği n’oldu kızım diye seslenmek.” derken Engin gülmekten kırılıyordu. “Gül sen gül!” dedi Leyla, telefonu çat diye kapadı. Engin neye uğradığını şaşırmıştı ama bir kez daha aramaya cesaret edemedi.
Leyla, masayı olduğu gibi bırakıp kendini hamağa attı tekrar. O sinirle uyku muyku kalmamıştı, hiçbir şey yapacak hali de… Ufak ufak sallanmaya başladı. İyi gelmişti. Deniz tarafına dönüp derin bir soluk çekti. “Sakin ol. Baktın olmuyor bir çare bulacağum.” diyerek dalıp gitti şekerlemeye.
“Ay, ay, ay!” diye bir çığlık sesiyle uyandı. Teyzesi masa başına gelmiş bağırıyordu. Fırladı, n’oluyoruz diye. Onu gören teyzesinin kaşları çatılmış, “Ne diye toplamadın kızım bu masayı, bak karıncalara ziyafet olmuş.” diyordu, elleri belinde. “Uyuyakalmışım.” diye kekeledi, sonra da süratle masayı toplamaya başladı, öfkelenmişti. İçinden yine Engin’e giydiriyordu ki kafasında bir şimşek çaktı, “Buldum!” diye bağırdı. “Neyi?” diye seslendi teyzesi, “Hayat iksirimi,” diye dalga geçti Leyla. Birden aklına gelen fikri çok sevmişti. Düşen yüzü gülümsedi. Mutfağa gidip gelirken türkü bile tutturmuştu: “Çay elinden öteye gidelum yali yali…”
Tam masayı toplamıştı ki teyzesinin, “Ay benim kızım çok da güzel kahve yaparmış, teyzesi de ne özlemiş ne özlemiş.” diyen sesini duydu: “Lafı mı olur teyzeciğim, sade içiyordunuz değil mi?” “Bir bu eksikti.” diye de söyleniyordu içinden. “Ben sade, enişten orta.” “Eh ben de az şekerli, ne güzel parti parti!” dedi o sinirle, sırıtaraktan. “Efendim?” “Parti diyordum parti… Ne güzel olur bu bahçede değil mi?” Lafı nasıl çevireceğini şaşırmıştı. “A, bize hoş geldin partisi mi yapacaksın yoksa?” dediğinde teyzesi, Leyla düşüp bayılacaktı artık: “Yok yookkk. Bir an önce harekete geçmeliyim. Yoksa bu işin sonu fena.” diye düşündü. Kahveleri verdikten sonra eniştesine dönüp “Yarın sabah arabayı ödünç alabilir miyim? Biraz alışveriş yapmam lazım da.” Eniştesi, “Ben götürürüm seni.” deyince “Hiççç zahmet etmeyin, ben çabucak halleder gelirim.” dedi, telaşla.
Ertesi sabah kahvaltı bitince alelacele masayı toplayıp mutfağa attığı gibi, “Müsaadenizle bir koşu gidip geleyim.” dedi. Arabaya biner binmez merkeze gazladı. Öğle sıcağı bastırmıştı. Kan ter içinde dükkânlara girip çıktı. Bakmadığı oyuncakçı, kırtasiyeci kalmamıştı. Bulduklarının hiçbirini beğenmiyordu. Yorgunluktan bezmiş oturacak serin bir yer ararken birden yandaki dükkânın vitrininde bir sarılık çarptı gözüne. İnanamadı. Hem de bir nalbur vitrininde… Hiç aklına gelmezdi doğrusu. Acilen dükkâna girdi. Mübarek nalbur değil, bin bir çeşit mağazasıydı. Tozlu raflar incik cincik bir sürü şeyle doluydu. Tam Leylalıktı aslında. Bir gün gelip enikonu gezmeyi kafaya koydu. “Buyurun,” diyen satıcıya fiyat sorup paketi sardırırken “İçi gözükmesin lütfen!” diye tembihledi. Biraz da misina rica etti. Hazır olunca paketi kaptığı gibi çıktı. O sevinçle yorgunluğunu unutmuş doğruca eve yollanıyordu ki aklı başına geldi. Dönüp manavdı, kasaptı, biraz alışveriş yaptı. Yola öyle koyuldu.
Eve vardığında teyzesi meraklanmıştı: “Nerde kaldın a kızım?” “Ekmek aradım da.” “Ekmek mi? Buralar ekmek cenneti.” dedi hayretle. Leyla nasıl kıvıracağını şaşırdı: “Biliyorum teyzeciğim, çok seversiniz ya taze olsun diye öğle postasını bekledim. Bak sıcacık, dumanı üstünde.” diyerek ekmeği kadının burnuna dayayıverdi. “Haa!” dedi teyzesi, irkilerek.
Aceleyle öğle yemeğini hazırladı. “Şu hale bak yahu!” diyordu içinden “Günde üç posta yemek, Oh ne âlâ! Yakında dubaya dönerim yine. Ne güzel vermiştim hâlbuki evdi bahçeydi uğraşırken. Dur sen dur, az sabır.” Yemek bitince eniştesine kahve olana dek hamakta şekerleme yapmasını teklif etti. Hoşuna gitmişti ama biraz çekiniyordu. Nasıl çıkacaktı o meretin tepesine? “Merak etmeyin.” dedi, “Hallederiz birlikte.”
Gittiler. Leyla hamağı aşağı doğru çekip önce tam ortaya oturmasını, sonra bacaklarını yukarıya çekerek dönüp yatmasını söyledi, hop oluvermişti. Yaşlı adam keyiflendi: “Harika, harika.” “Görürsün birazdan harikayı.” dedi Leyla içinden. Teyzesini de deniz manzaralı odasına yolladı, kestirmeye. “Kahveler hazır olunca uyandırırım, ben de az uzanacağım.” diye seslendi arkalarından.
Bir süre sonra kontrol etti, oh pek de güzel, horul horul uyuyorlardı. Soluğu hamağın yanında aldı. Sessizce hazırlandı. İşi bitince doğruldu, saatine baktı, tam bir saat sonra pandomima kopacaktı.
Kahve tepsisini bahçedeki masaya yerleştirirken, seslendi: “Eniştee, teyzee, hadi kahveye!” “Ge-li-yo-rum.” diyordu teyzesi yukarıdan. Eniştesinde hareket yoktu. Anlaşılan derin uykudaydı. Ayaklarının ucuna basa basa usulca hamağın yanına geldi. Baktı asayiş berkemal, uzanıp misinayı aldı. Sessizce gidip ağacın arkasına saklandı ve hamağı usulca sallamaya başladı.
Enişte uyanmıştı. Hafifçe doğruldu. Baktı etrafta kimseler yok, söylendi: “Hadi bakalım in şimdi inebilirsen.” Leyla’nın söylediklerini hatırlayınca yana dönüp bacaklarını sarkıttı. Ayakkabılarına hamle yapınca, “Amanın amanın!!!” diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı koskoca adam. Tam ayağının altında, iri, sarı bir yılan duruyordu. Hayvan, çığlıktan korkup ağaca doğru hızla uzaklaşmaya başladı. Enişte o korkuyla kendini hamaktan yere atmış, doğrulmaya çalışıyordu ki Leyla yetişti: “N’oldu enişte? Bu ne hal? Beni çağırsaydın ya.” Eniştenin onu duyacak hali yoktu. Nasıl ayağa kalkacağını bilemedi. Leyla elinden tutup çekti. Kalkar kalkmaz ayakkabılarını unutmuş, yalın ayak eve koşuyordu. Kapıda teyzeyle tokuştular: “Ne oluyor bey?” Beti benzi atmıştı: “Çabuk!” dedi, “çabuk toparlan gidiyoruz. Bir dakika daha kalamam bu evde.” Nefes nefeseydi, kadıncağız korktu. Leyla da korkmuştu, yetişip koluna girdi: “Gel otur şöyle, bir su getireyim.” Lakin adamcağız hiç sakinleşecek gibi görünmüyordu. “Ben tuvalete gidiyorum. Sen çantayı topla, hemen gidiyoruz.” diye bağırdı karısına. “Ama bey daha yeni geldiydik.” demeye çalışan teyzenin lafını dinlemedi bile, sadece “Çabuk, çabuk!” diyordu.
Apar topar hazırlandılar. “Kahveleri için bari.” dese de Leyla, kim dinliyordu? Yaşlı adam tuvaletten çıkar çıkmaz ayakkabılarını giydiği gibi arabasına atlayıp karısını beklemeye başladı. Korkuyla etrafı kolaçan ediyordu. “Sakın Engin’e söylemeyin, o da çok korkar yılanlardan.” dediğini anlayıp da mı kafa sallıyordu, bilemedi Leyla. “Tamam mı teyzeciğim?” dedi, arabaya bindirirken “Engin’in haberi olmasın lütfen, bir daha asla adımını atmaz buraya.” diye sıkı sıkı tembihledi. “Tamam kızım tamam.” diyordu teyzesi şaşkın halde. Sonra Leyla geldi aklına: “Sen n’apıcaksın evladım bi başına buralarda? Hadi, gel bizimle.” “Yok, yok. Şimdi olmaz. Bir çare bulmam lazım. Siz sağlıkla gidin, bana da haber edin.” derken suyu hazırlamıştı bile. “Güle güle.” Arkalarından el sallayıp su dökerken boşalan sinirlerinin etkisiyle daha fazla dayanamadı, katılırcasına gülmeye başladı. Eniştesinin, gençliğinde çay bahçelerindeki yılanlardan ödünün patladığını hatırlaması işine yaramıştı doğrusu ama bir ara pişman da olmadı değil hani. Adamcağızın o halini görünce…
Gülme krizi geçince, “Oyun öyle değil böyle oynanır. Hadi bakalım, başlasın artık yazlık sefası.” diyerek horona durdu. “Uy uy!” diye kollarını ileri geri sallayıp yeri tepikliyordu ki telefonu çaldı, arayan Engin’di: “Nasılsın hayatım?” “Çok iyiyim, çok. Tahmin edemeyeceğin kadar.” Engin şaşırmıştı: “Ne iyi oldu değil mi teyzenler gelince? Bak neşen yerinde.” “Yaa, ne demezsin.” diyen Leyla’nın sesindeki gizemi çözemedi. “Sen hiççç merak etme hayatım, keyfimiz gayet yerinde.” diye konuşmayı bağladı.
Telefonu kapadığında, “İşte Engin Efendi… Leyla’nın fendi…” diyerek gülüyordu hâlâ…