Orada
2025 Nisan
İstanbul bir öğrenci mekânı, gece.
İzel, gürültü ve sigara dumanından sıkılacak zaman bulamadan, içeriye giren Dağhan’dan rahatsız oldu. Bira şişesini de eline alıp mekânın dışına deniz kenarına yürüdü.
Tunç peşinden yetişti. "Buraya geleceğini bilmiyordum." dedi. " Özür dilerim."
"Eski erkek arkadaşımla bu kadar iyi arkadaş olmanız şart mıydı?" dedi İzel. "Ben seni tanıdığımda O'nunla tamamen bitmişti, siz tanışmıyordunuz bile, nasıl aynı üniversitenin aynı bölümünü seçeriz. Bu neyin şanssızlığı." dedi.
Tunç "Hayatım dediğin gibi tanışmıyorduk bile." dedi. "Ben nereden bilebilirdim ki! Senin nereyi seçtiğini öğrenip peşinden gelmiş olmasın?"
İzel "Bilemem, sen öğren bunu, nasılsa çok yakın arkadaş olmuşsunuz." dedi.
O an kulağına telefonun sesi geldi, hep gece yarısına ayarlardı uyarı sesini. Bir şeylere dalıp uykusuz kalmamak için. Uyarı sesini susturdu.
Deniz sanki bir an yükselip ve alçalmış gibiydi. Şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.
O an telefonunun gece yarısı uyarı sesi çaldı. İzel el alışkanlığıyla ezbere bir hareketle uyarı sesini susturdu.
İçeriye baktılar zaten çoğu alkollü olan kalabalık normal seyrinde yaşıyordu.
İzel "Gecem mahvoldu." dedi. "Ben eve gidiyorum."
Kapıya çıktı, arabasını istedi, yalnız yaşadığı evine doğru uzaklaştı. Tunç da rahatsız olmuştu durumdan.
İzel evine ulaştığında televizyonu açtı. Tüm kanallar aynı haberi geçiyordu. En güvendiği devlet bilim kanalına geçti çünkü haber bilimsel bir nitelikteydi. Şimdiye kadar kaydedilmiş en büyük kütle-çekim dalgasının dünyaya çarptığı, uydu sistemlerinin ve bilgisayar ağlarının hasarlandığını anlatıyordu. Bu kadar büyük bir dalga uzay-zamanda dört saniye civarında bir dalgalanma yarattığını ama başka ne gibi sorunların oluşacağını kestiremediklerini anlatıyordu kanaldaki bilim adamı. Kaynağını belirleyememişlerdi henüz, muhtemelen iki karadelik birleşti ve ani kütle değişiminin sonuçları gözleniyordu.
Yine de can kaybı olmadığını sadece bozulan iletişim sistemleri olduğunu ve kısa zamanda onarılacağını söyledi. Dünyanın kütle çekim dalga kaynağının daha yakınlarında olmadığına sevindiğini söylüyordu. "Tuak'taki dostlarımızla birlikte bu uzay olayını araştırıyoruz, tüm dünya şu an bu programı yayımlıyor, ulaştığımız her gelişmeyi aktaracağız." diye devam etti.
İzel şaşkın ve merakla kanal kanal gezip yeni gelişmeleri arıyordu. Tuak. Türkiye Uzay Araştırma Kurumu. Çok güzel günler geçirmişti onlarla. Üniversiteden önce bir gençlik programına katılmış altı aylık bir eğitimin ardından yörüngedeki uzay istasyonuna çıkma şansını edinmişti. Sonrasında uzayadamı programını sürdürmüş ve pilotluk için belgelerini almıştı. Kızılkartal serisi, hem petrol kökenli yakıt hem de plazma itici motorunu aynı anda kullanabilen dikey inebilen bir mekikti. "Dokuzuncu nesildi." diye geçirdi içinden. "Şimdi onuncu nesil çok daha başarılı, zaten her şeyi yapay zeka hallediyor."
2025 Temmuz
Urfa Harran Kalkış Kontrol İstasyonu.
Dördüncü kez ertelemeden sonra sonunda geri sayım bitti. Harran Mekik Kalkış Pisti’nde heyecan her kalkışta aynıydı. Televizyon kanallarının spikerleri heyecanla durumu aktarıyordu. İnsansız kalkan onuncu nesil Kızılkartal roketi, Tuak'ın yeni geliştirdiği teleskopu uzaya taşıyordu. Yörüngeye yerleştirilecek ve tüm dalga boylarını tarayıp kendi başına bulduğu anlamlı sinyali görünür hâle getirip Harran Kontrol İstasyonu’na yollayacaktı. Uzun zamandır süren güneş sistemi dışı gezegen arama çalışmalarının en gelişmiş hâliydi bu proje. Akıllı uzaktan görücü, Aug1 teleskopu, bir hafta sonra ilk görüntüleri yollayacaktı.
Mekik problemsiz kalktı, yükünü bıraktı; geri döndü. İzel başından beri kontrol istasyonunda kalkışı heyecan içinde izledi. Çok mutluydu. "Bakalım neler bulacağız." diye geçirdi içinden ve İstanbul’a dönen ilk uçağa yetişmek için havaalanına doğru hareket etti .
2025 Eylül
İstanbul, İTÜ, Fen Edebiyat Fizik Bölümü derslik.
"Arkadaşlar, iki yılı geride bırakıp üçüncü yıla girdiğiniz bu dönemde kuramsal fizik konusunda merak ettiğinizi düşündüğüm konular başlıyor artık." diye söze başladı Hoca, "Bu güne kadar yeterince matematik öğrendiniz." Türkiye’nin en iyi kuramsal fizik hocalarındandı. Doçentti.
"Yurt dışından gelen öğrencilerimizin fazladan bir yıl Türkçe hazırlık okuduğunu da atlamayalım. Biliyorsunuz, fakültemiz dünyanın en prestijli üniversitesine bağlı ve sizler kuramsal fizik seçtiğinize hâlâ pişman değilseniz eğlence bu yıl başlıyor." dedi, gülümsedi ama bu sözler derslikte pek de rağbet görmedi. Öğrenciler arasında birkaç fısıldaşma oldu o kadar. Hoca sertleşerek "Neyse!" dedi.
"Konumuz, zar kuramı, nerdeyse yüz yirmi yıl öncesinde -Bay Düzlemsel- düşüncesi ile başlayan, arkasından sicim kuramını yaratan düşünce artık zar kuramına kadar ulaştı." diye ekledi. Sınıf kırk kişi kadardı, sekiz on kişilik bir grup, dikkat kesildi, diğerleri dinliyor ama istiflerini bozmuyorlardı.
"Ben zar kuramının ağır matematik hesaplarına girmeden, zar kuramı nedir onu anlatmak istiyorum. Hesaplamaları size matematik hocalarınız anlatacaktır." dedi.
Şimdi birkaç kişi daha dikkat kesilmeye başlamıştı Hoca’nın konuşmasına:
"Parçacık fiziği ile görelilik fiziğinin iki önemli noktada buluşamaması sorununu biliyorsunuz. Bu, karadelikler ve büyük patlamanın izahlarında her iki fizik dalının da anlamsız yanıtlar bulmasıdır. Her şeyin kuramını oluşturma çabamız bize aslında sorunun kütle çekim temel kuvvetinin çok küçük olması olduğunu gösterdi. Kendine en yakın diğer temel kuvvet on üzeri kırk kat daha büyük! Düşünün; bir kağıt parçasını, saçınıza sürttüğünüz bir kalemi değdirerek kocaman dünyanın yer çekimini yenebiliyorsunuz. Bu bizi zar teorisine kadar getirdi. Sonuçta sicim kuramıyla makul bir yanıt bulduk. Boyutlar! Bizim yaşadığımız üç boyutlu evrende göremediğimiz ama hesaplayabildiğimiz boyutlar. Belki de parçacık fiziği yanılıyor, en temel parçacıklar tanelerden değil, on boyutta titreşen sicimlerden oluşuyor ve bu bütün sorunları çözüyor gibi görünüyor. Ama bu sadece bir kuram, henüz deneysel olarak doğrulanamadı, yanlış olduğu da ispatlanamadı. Daha iyisini bulana kadar bununla idare edeceğiz artık." dedi ve yine gülümsedi. Öğrenciler yine pek oralı olmadılar. Boğazını temizledi.
"Hatta kırk beş yıl kadar önce, neden on boyutlu sicim yerine on bir boyutlu zarlar olmasın diye bir fikirle başlayan süper sicim ya da zar kuramı şimdilerde ispata çok yakın." dedi.
Dersliği süzdü biraz, ilgi artıyor gibiydi.
"Bizler üç boyutlu bir evrende evrildik, daha üstleri ile temas kurmamız imkansız, ama zekamız sayesinde varlıklarını hesaplama şansımız var. Bay düzlemsele geri dönelim, iki boyutta, bir gölge gibi ya da resim gibi yaşıyor olsun; yüksekliği yok, üç boyuttaki bir canlı bu düzlemden bir balon geçirirse bay düzlemsel ne görür?"
Derslikten tek bir yanıt yükseldi. "Önce nokta, sonra büyüyen, sonra küçülüp kaybolan bir çember." dedi İzel.
Hoca mutluydu.
"Evet." dedi. "Ama bay düzlemsel zeki bir adam. Bu gördüğü devinimi yorumlayıp aslında bunun kendi üst boyutunda küreye yakın bir cisim olduğunu hesaplayabilir. Üç boyutlu evrendeki canlı balonun tamamını görüyor, bay düzlemsel sadece kendi düzlemindeki iz düşümünü." dedi.
"Şimdi zamanı düşünün. Bizim dördüncü boyutumuz, bizim evrenimiz bir uzay-zaman evreni, üç uzay -en, boy, yükseklik- ve bir zamandan oluşuyor ama siz zamanı nasıl görüyorsunuz?"
"Göremeyiz." dedi Dağhan, "üst boyutumuzda"
Tunç sinirlendi, Dağhan’ın İzel’i etkilemeye çalıştığını düşündü.
"Tam olarak öyle değil." dedi Hoca "Bay düzlemselin balonu çemberler olarak gördüğü gibi bizde şu an zamanın içimizden geçen anını görebiliyoruz, geçmişi ya da geleceği değil, sadece şu anı. Bu sadece on üzeri eksi otuz üç saniyeden bile küçük. Ve bu mümkün olan en küçük zamandır, biliyorsunuz." dedi.
"Şimdi bizim bir üst boyutumuzda bir canlı olsaydı ve aynı bizim bay düzlemsele baktığımız gibi bize bay hacimsel diye bakıyor olsaydı, biz nasıl o balonun tamamını görebiliyorsak üst boyutumuzdaki de bizim zamanımızın tamamını görüyor olurdu." dedi.
Derslikte bir sessizlik oldu. Üst boyutun bu kadar basit olduğunu anlamaya başlayan öğrenciler, konuya ilk kez ilgi duymaya başladı. Hoca devam etti:
"Düşünün, evrenin doğduğu andan şimdiye ve ne kadar yaşayacaksa sonuna kadar aynı anda görebiliyor olmalı." dedi.
Derslikte uğultular oldu. Hoca devam etti:
"Sakin olun. Daha işin başındayız, dört artı bir, beşinci boyuttayız, zar teorisi bunu on birinci boyuta kadar taşıyor. Altıncı boyutta bir canlı olsaydı sizce neler olurdu?" dedi.
Derslik merakla izliyordu, kimse yorum yapmak istemedi. Hoca:
"Her verdiğiniz karar, yaşanan her şey zaman çizgisinde bir yön belirler ve bizler sadece tek bir yönde yaşarız, diğer seçenekler bizim uzay-zamanımızın dışında olduğu için hiçbir bağlantımız veya geri dönüşümüz olmaz. Ama altıncı boyutta yaşayan birisi olsaydı, tüm mümkün zaman çizgilerini aynı anda görüyor olurdu. Bu çoklu zaman, çizgili tek bir evrendir. Ya yedinci boyutta bir canlı olsaydı? O da çok zamanlı çoklu evrenleri görebiliyor olurdu." dedi.
Dersliktekilerin kafası karışmıştı. Hoca istediği etkiyi yakalamış gibiydi. Gülümsedi.
"Merak etmeyin, bu günlük bu işi, tüm zar kuramının tüm sonuçlarına yani on birinci boyuta kadar götürmeyeceğiz ama hesaplara göre on birinci boyut matematik olarak mümkün, on ikinci boyutta maddenin kararsızlığı başlıyor, on üçüncü boyutta madde var olamıyor. Yani matematik olarak da en yüksek boyut on birinci boyut." dedi.
"Şimdi o kâğıdı bir kalem değdirerek nasıl kaldırabildiğinizi düşünün. Ya bizim evrenimizdeki dört temel kuvvetten sadece kütle çekimi, başka evrenlere de sızabiliyorsa?"
Dersliği biraz neşelendirmek istedi. "Bir de güzel tarafından bakın. Eğer bir yolu olsaydı da geçiş imkanı olsaydı, bir başka evrene geçer kendimizi çok farklı yerlerde bulabilirdik. Mesela ben elektronikçi olabilirdim orada, hep istemişimdir." dedi ve uzunca güldü. "Bu günlük ders bu kadar, sorusu olan varsa odamdayım."
2022 Haziran
İstanbul, mütevazı bir mekânda akşam yemeğinin sonu.
"İzin ver ben ödeyeyim." dedi İzel.
Dağhan "Buna izin vermeyeceğimi biliyorsun canım. Tamam, daha on beş yaşında, babanı kaybettin ve on sekizinden sonra tüm aile servetiniz sana kaldı. Yani paran çok ama ben hayatımdaki kadına hesap ödetmem." dedi.
İzel "Senin bu gereksiz tavırlarına katlanamıyorum artık ben. Annemin de beni doğururken öldüğünü de hatırlatsaydın. Bunlar beni çok üzüyor hâlâ anlayamadın."
Bir süre daldı, gözleri buğulanır gibi ağlayacakmış gibi oldu ama ağlamadı. Çok ağladım bu yüzden, artık ağlamayacağım diye düşündü.
Dağhan "Özür dilerim canım, bu konunun seni üzdüğünü biliyorum ama artık üzülmemelisin. Baban bu başarılarını görse seninle gurur duyardı. Aslında buraya senin uzayadamı eğitimini bitirmeni kutlamak için gelmiştik." dedi.
İzel "Evet sayende yine akşam berbat oldu. Senin bu aşırı koruyucu tavırların beni artık çok sıktı. Ben üniversite okumak istiyorum, hayatıma yeni bir başlangıç istiyorum ve artık seni hayatımda istemiyorum." dedi.
Dağhan başını öne eğdi. Aslında çok seviyordu İzel'i ama kadın onun yüzünden üzülüyordu. Onu üzmeye hakkının olmadığını düşündü. Gelir farkını düşündü. En doğrusu onu özgür bırakmak olacaktı. Uzaktan izlemeliydi. İzel'e hissettirmeden izlemeliydi. Onu ölesiye seviyordu ama üzülmesine katlanamazdı. İzel'in seçeceği üniversiteyi öğrenmeli ve bir şekilde o da aynı üniversiteye gitmeliydi." İşi de bırakmam, hem çalışır hem okurum." diye düşünüyordu.
İzel "Bir şey söylemeyecek misin?" dedi. Sesi üzgündü.
Dağhan "Ben seni çok seviyorum ama haklısın. Seni bir daha aramam."
2025 Ekim
İstanbul, akşam, İzel’in evi. Dalgın bilgisayarında haber seyrediyor.
Telefon çaldı. Arayan Tuak’tan çok sevdiği bir bilim adamıydı. Dört yıl önce eğitimde tanışmışlardı. Şimdi daha da yükselmiş yönetici olmuştu bilim adamı. Yanıtladı.
"Merhaba!"
"Merhaba, evde misin?"
"Evet?"
"Hemen bilgisayarını aç, sana mesaj yolladım, görseller var mesajda, Aug 1’den."
"Bilgisayarım açık, mesajlarımı açıyorum hemen." dedi İzel.
Mesajdaki görsellere gözlerine inanamayarak bakıyordu.
"Burası neresi?" dedi.
"Yarım ışık yılı uzağımızda. Birden ortaya çıkmış gibi oldu Aug 1 sayesinde. Dünyamızın neredeyse aynısı. Mesajda atmosfer verileri ve yıldız sisteminin süreleri de var gördün mü? Yüzde yetmiş üzeri azot, yüzde on yedi oksijen, milyonda beş yüz parçacık üzerinde karbondioksit."
"Ayrıca yarım ışık yılı mesafedeyse en az altı aydır orda olmalı." dedi İzel. "Neredeyse dünya ile aynı ama karbondioksit çok yüksek, görseller inanılmaz. Okyanuslar kıtalar nerdeyse tıpatıp aynı."
Bilim adamı: "Evet, neredeyse. Ama dikkatli bakarsan kuzey kutup buzları çok eksik, karbondioksit yüksek ama rahatlıkla nefes alınabilir bir atmosferi var."
"Oraya gitmek gerek." dedi İzel.
"Tuak da aynı şeyi düşünüyor. Dört erkek bir kadın ekip düşünüyoruz. Her ekip üyesi için altı kişilik aday belirlenecek. Üç ay eğitim ve üç ayın sonunda adayları sıralamaya alacağız. İlk sırada olanlar gidecek. Biliyorsun yarım ışık yılı mesafeyi beş yıl gibi bir sürede alabileceğiz. Bu, kendi güneş sistemimiz dışına, insanlı ilk uçuş olacak; çok tehlikeli olabilir. Kesinlikle gönüllüler gerekli."
"Kızılkartal On ile tam olarak altmış iki ay sekiz gün dört saat." dedi İzel. "Biliyorsunuz ışık hızının onda birine çıkabiliyor hızı. İlk gönüllünüzü buldunuz. Ben hem bir kuramsal fizikçiyim hem de uzayadamı belgem var, daha önce istasyona çıkmıştım hatırlarsınız."
"Evet, sadece istasyona ve henüz sadece öğrencisin." dedi Bilim adamı. "Bu çok farklı bir durum, Aug 1 olmasaydı haberimiz bile olmayacaktı. İlgini çekeceğini biliyordum, ama seni kollayacağımı sanma, diğer beş kadın aday ile eşit şartlarda yarışacaksın."
"Elbette!" dedi İzel "Ama ben elimden gelenin fazlasını da zorlayacağım. Çok heyecan verici bir şey bu. Hem ters giderse burada beni özleyecek çok fazla insan yok. Bir vasiyet yazar giderim, bir terslik olursa aile servetim hayır kurumlarına kalır."
"Ben bilemem orasını." dedi bilim adamı. "Ben sadece doğru insanları seçip üç ay sonra kalkışı sağlamakla yükümlüyüm."
"Kalkış sorun olmayacaktır." dedi İzel. "Kızılkartal zaten hep hazır."
"Her aşamanın tekrar test edilmesi gerek." dedi bilim adamı. "Neyse, bu benim işim, yarın uygunsan gel, yüz yüze konuşalım."
"Emredersiniz komutanım."
Güldü adam. "Hemen havaya girme istersen, dediğim gibi gerçekten hak eden gidecek, hadi görüşürüz."
"Görüşürüz." dedi İzel. Hemen tekrar görsellere daldı, elleri titriyordu. Bu nasıl olabilirdi? Yıllardır aradıkları yaşamın mümkün olacağı güneş sistemi dışındaki gezegen, burunlarının dibinde belirmiş gibiydi. En az altı aydır orada olmak zorunda diye geçirdi aklından.
2 gün sonra ..
İstanbul fakülte kantini.
Tunç: "Bu harika bir şey hayatım. Yıllardır kurduğun hayaller gerçek olacak."
İzel "Evet ama çok da tehlikeli bir yolculuk bu. İlk kez güneş sistemi dışına çıkacağız. Hem daha elemeler var." dedi. "Hem belki geri dönemeyeceğiz. Beni buraya bağlayan ne var ki."
Tunç "Ben varım." dedi. Çok güzel bir fırsat yakalamış gibi konuştu: "Evlen benimle. Böylece buraya bağlanmış olursun."
İzel: "Çok romantiksin ama şimdiki duygusal ortamımda bunu sağlıklı düşünemem." Şaşkın ama mutluydu da. "Düşünmeye çalışacağım."
2026 Ocak
İstanbul, eski bir depo.
İzel gözlerini açtığında her şey çok bulanıktı. Dikkatini toplamaya çalıştı. Karşısında açık olan kendi bilgisayarıydı. Mesaj sayfasını seçebiliyordu ama okuyamıyordu. Yaklaşmak için hareket etmeyi denedi. Hareket edemiyordu. Oldukça rahat sayılabilecek büyük bir koltuğa bağlıydı. Ayakları koltuğun ayaklarına, elleri koltuğun kolluklarına bağlanmıştı. Yardım istemek için bağırdı. Hangi gündeydiler?
Dağhan yaklaştı arkasından: "Lütfen. Boşuna bağırma. Hem tam zamanında uyandın. Kalkışa sadece dakikalar kaldı."
İzel "Nasıl, ne oluyor, neredeyim ben?" diyebildi.
Dağhan "Dün geceden beri burada bağlısın." dedi. "Sana hiç bir zarar vermedim, kimyasal koklatarak bayılttım seni ve bilgisayarınla birlikte buraya taşıdım. Bağladığım koltuğu rahatça uyuyabilmen için düzenledim, şimdi ellerini de çözeceğim ama sadece garantilemek için birkaç saat daha ayakların bağlı kalacak." Biraz ötede bir tepsi içinde yiyecek, su, meyve suyu vardı. Onları getirdi tepsiyi dizlerine bıraktı. "Acıkmış olmalısın. Ye lütfen, uyandığında yemen için hazır tutuyordum. Çay ve kahve de yapayım hemen, seversin sen."
Dağhan, İzel’in ellerini çözerken İzel kafasını toparlamaya çalışıyordu. Yavaş yavaş hatırlıyordu sanki, uçuştan iki gün önce Dağhan çalmıştı kapısını. Sen burada ne arıyorsun demeye kalmadan elindeki kimyasal sürülü beyaz kumaşı görmüştü. Sonrası yoktu. "Neden yaptın bunu?" dedi. "Ne yaptım ben sana? Neden engelledin uçuşumu, hem Tuak beni arıyor olmalı."
Dağhan "Bilgisayarın açıktı. O gece Tuak'a mesaj yazdım. Kendin de okuyabilirsin. Çok düşündüğünü ama buna hazır hissetmediğini yazdım senin ağzından ve özür dileyip vazgeçtiğini yazdım. Şaşırmış olmalılar ama cevap gelmesi uzun sürmedi. Seni bir tazminat ödemeye mahkum edeceklerini yazdılar.
Sonra o bilim adamı özelden yazdı. İlginç bir tip olduğunu, sana çok kızgın olduğunu, hayal kırıklığına uğradığını falan. Hemen yerine ilk yedek kadın uzayadamını atadılar. Biraz sonra kalkacaklar." dedi." Yani Tuak seni aramıyor."
İzel: "Peki Tunç?"
Dağhan "En son ne zaman görüştün ki sen onunla?" dedi.
"İki ay kadar olmalı. Evlenme teklif etmişti bana, bir ay kadar düşünüp kabul etmedim. Bu kadar önemli bir olayın öncesinde evlilik planı falan yapamazdım. Eğer yolunda gider de geri dönersem o zaman tekrar düşünürüz dedim."
Dağhan "En az beş yıl gidiş, beş yıl dönüş." dedi. "Üzerine de orada ne kadar kalacağınız belli değil, bunu kabul etti mi?"
"Bilmiyorum." dedi İzel "Bir daha görüşmedik."
"Ben anlatayım. Biliyorsun onunla çok yakın arkadaş oldum ben. Seninle çıkmaya başladığında geçmişimizi gizleyerek özellikle yaptım bunu. Çünkü seninle ilgili en sağlıklı bilgileri sadece ondan alabilirdim." dedi.
"Sen nasıl bir manyaksın, başından beri beni hep izledin mi?"
"Evet. Eğer bu uzay yolculuğu olayı çıkmasaydı ortaya da çıkmayacaktım." dedi. Tunç seni sevmiyordu. Çok yakınındaydım. Güven bana lütfen. Bu yolculuğun çok tehlikeli olduğunu biliyordu. Çok büyük bir ihtimalle geri dönemeyecektin. O kadar aile mirasını düşündü."
"Her şey param için miydi?"
"Evet."
"Eğer evlenseydin tüm para ona kalacaktı. Sen kabul etmeyince seni neden bir daha aramadığını düşünüyorsun?"
Şaşkınlık içinde, sadece uçuşa katılamadığına çok üzülüyordu. Sustu, tepsideki meyve suyundan içti, "Peki, sen beni neden engelledin? Bu uçuş en büyük hayalimdi."
"Bu uçuşun başarılı olma şansı binde bir çünkü. Sana hiç bir zarar gelmesine izin veremem. Dokuz ay kadar önce bir kütle-çekim dalgalanması yaşanmıştı hatırlıyor musun?" dedi.
"Evet."
"Ne ilgisi var şimdi?"
"Hesaplarını yap bakalım. Orada birdenbire oluşmuş gibi duran bu yıldız sisteminin tarihlerini."
Tarihler uyuyordu. O dalgalanma ile ilgili bir şeyler olmalıydı.
"Tuak bu bağlantıyı en başında kurdu. Ama bu kütle-çekim dalgalanmalarının uzun süreli etkilerini kimse bilmiyor, hesaplanamıyordu bile, orada gerçekten bir yıldız sistemi var mı ya da sadece sanal veriler mi emin bile değiller. Varsa bile orada ne kadar kalacağından da emin değiller. Arada bir perde olabileceğini bile düşünüyorlar aslında. Saydam bir perde, bir zar, bu zarın arkasına geçilirse artık bu evrende bile olamayabilirsin. Senin gitmene izin veremezdim."
İzel iyice şaşırmış, donmuş gözlerle bakıyordu.
"Yani kandırdılar mı bizi? Bilerek ölüme mi yolluyorlar herkesi?"
"Tam olarak öyle değil."
"Bazı detayları eksik söylediler sadece, zaten tehlikeleri biliyordunuz ve gönüllüydünüz, ekibi incelersen hepsi de senin gibi bir sebeple ailesini kaybetmiş insanlar. Neyse, düşündükçe bana hak vereceksin.
Kalkış için geri sayım başlamak üzere izleyelim hadi."
Hâlâ bağlı olan ayaklarını gösterdi İzel. "Şu kalkış yapılsın tamam." Bu kez kızmadı.
Geri sayım tamamlandı. Kızılkartal On, büyük bir gürültüyle kalkışını yaptı.
Dağhan hızlıca çözdü ayaklarını, tuvalete gitmesi gerekiyordu. Hızlıca gitti, hızlıca geldi. Aynı pozisyonda oturdu aynı koltuğa. Kendini çok güvende hissediyordu şimdi. O dönene kadar adam kahvesini de hazırlamıştı. Şimdi kahvesi elinde heyecanlı bir film izler gibiydi.
2029 Haziran
İstanbul, İzel’in evi.
İzel ve Dağhan okulun sonunda bitmesini kutluyorlardı. Evlilik planları yapmışlar, okulun bitmesini beklemişlerdi. Kepler atılmış, içkiler içilmişti. Kadının evinde televizyon karşısında vakit geçiriyorlarken devlet bilim kanalı, yayını kesip haber girdi. Kızılkartal On’dan sinyal alınamıyordu. Tamamen kaybolmuş gibiydi mekik. İzel, Tuak’tan bilim adamını aradı.
Dört yıl sonra ilk kez görüşeceklerdi. Kızgındı adama.
"Merhaba!"
"Merhaba!" dedi İzel.
"Sinyaller ne zamandır kesildi?"
"Aslında iki aydır sinyal alamıyoruz." "Sanki birden yok oldu mekik."
"Yıldız sistemi yerinde duruyor mu?"
"Evet sürekli izliyoruz."
"Biliyorsun okulum da bitti, ortadan kaybolsa bile altı ay daha oradaymış gibi izleyebilirsin. Son seferki gibi bana yalan söylemiyorsan yani iki aydır sinyal alamıyorsanız ve yıldız sistemi yok olduysa en fazla iki ay sonra da izleyemez hâle gelirsiniz."
"Okulun bitmiş ama temel yasaları hâlâ anlayamamışsın. Evrende hiçbir şey öylece yok olmaz."
"Evet. Evrende… Aynı durum varoluşu içinde geçerli, o yıldız sisteminin nasıl öylece var olduğunu anlatırsan memnun olurum."
"O hep oradaydı. Bizim yeni geliştirdiğimiz Aug 1 sayesinde gördük."
"Hâlâ yalan söylüyorsun. Aug 1 ile ilgisi yok, o kadar yakın bir yıldız sistemini evinden dürbünle bile görebilirsin, biliyorsun. Ben de kendi amatör teleskopumla her gün bakıyorum zaten orada mı diye, senin ne söyleyeceğini merak etmiştim sadece." dedi ve telefonu kapattı.
Dağhan kulak misafiri olmuş ve mekiğin kaybolduğunu anlamıştı. Hiçbir şey söylemedi. Gelip yanına oturdu. İzel usulca sokuldu Dağhan’a ve televizyon kanalını değiştirdi.
2031 Mart
İstanbul İzel’in evi.
Bir yıldır evliydiler. İzel öğretim görevlisi olarak okula dönmüş, Dağhan eski işinde yükselmiş, akıllı ev ürünleri yapan bir fabrikanın üretim müdürü olmuştu. Hayatları rutine dönmüş ve çok mutluydular. Sabahları birlikte evden çıkıyor, akşamları birlikte geliyorlardı.
İzel’in telefonu çaldı. Arayan yine Tuak’taki bilim adamıydı ve artık Tuak’ın en üst seviye yöneticisiydi.
"Merhaba!"
"Merhaba!"
"Biliyorum bana hala kızgınsın ama sana çok önemli bir şey söylemeliyim."
"Dinliyorum." dedi İzel.
"Son görüşmemizi hatırlıyor musun? Hani sinyal alamıyorduk."
"Evet ve dediğim gibi iki ay sonra da yıldız sistemi yok oldu. Televizyonlarda ne kadar saçmaladığını da hatırlıyorum."
"Bir sinyal aldık dün."
"Hiç kullanmadığımız bir banttan geliyor ve dilleri hakkında da fikri olan kimse yok ama mekiğin motor paraziti Kızılkartal On ile aynı, mutlaka Harran’a gelmelisin."
"Ancak eşimle gelirim. Devlet sırrı durumu falan varsa ona göre."
"Ben sana güveniyorum. Eşin de dürüst insan, ikiniz de gelin o zaman, acele edin."
2 gün sonra
Harran, Kalkış Kontrol İstasyonu.
"Mekik buraya doğru yaklaşıyor. Henüz görsel temas sağlayamadık daha iki günlük yolu var ama sinyallerini de dillerini de çözemiyoruz. İlginç bir şekilde mekiğin motorunun yaydığı parazit Kızılkartal On ile aynı. Bu durumda dikine iniş yapabilecek başka bir mekik ya da Kızılkartal’ın da kendisi ele geçirilmiş."
İzel "O halde yerden kilitlenip buraya indirebilirsiniz mekiği. O seri tamamen insansız yönetilebilir." dedi
Bilim adamı "Bunu elbette denedik ama yapay zeka yanıt vermiyor, mekiğe kilitlenemiyoruz. Aslında bu iyi haber de olabilir, kaybolan yıldız sistemindeki gezegende akıllı bir yaşam varsa bizim gemimizi ele geçirememişler demek de olabilir." dedi.
"Bu zaten mümkün değil." diye cevap verdi İzel. "Yarım ışık yılı mesafedeydiler, şimdilerde ancak varmış olurdu Kızılkartal, varıp dönmesi imkansız."
"Tam olarak iki gün sonra varmış olacaktı." dedi Dağhan. "Yani tam da bize doğru gelen mekiğin ulaşacağı zamanda."
Bakıştılar. "Bunu kimler biliyor?" dedi İzel.
"Senato başkanı, Tuak’ta gerekli dört uzman, dilbilimci, alfabe bilimci, rota uzmanı, tıp doktoru ve sizler."
"İletişim kurmalıyız mutlaka."
"İniş yönlendirme için sinyaller gönderelim onların bandından, buranın sinyallerini, en azından nereye ineceklerini bilsinler."
"Nasıl göndereceğiz? Hiçbir çağrımızı yanıtlamadılar."
"Yanıtladılar ama biz dillerini bilmiyoruz." dedi Dağhan. "Bence on altılık sistemde Harran’ın yerini anlatan ikili sinyaller yollayalım. Bir çevrim bitince bir saniye bekleyip aynı çevrimi yollayalım, tekrarlı sinyalleri algılayabilirler ve on altılık sistem olmadan bizim Kızılkartal benzeri bir mekik işletilemez, biliyor olmalılar." dedi.
Sinyaller yollanmaya başlandı. Hep başa dönen aynı sinyaller.
2 gün sonra
Harran, Kalkış Kontrol İstasyonu.
"Görsel temas kuruldu." diye bağırdı bilim adamı, İzel elindeki dürbünü o yöne çevirdi. İniş yönlendirme sinyallerini algılamışlardı, manevralar doğruydu, Harran’a doğru geliyordu mekik. Yere dört km kala mekik dikey iniş pozisyonuna döndü, motorlarının güçlü gürültüsü artık duyulabiliyordu. Dikey dengeleme sağlandı. Mekik bir an havada asılı kaldı ve iniş başladı.
Yerde yer soğutma sistemi, karantina odası ve odaya açılan karantina tüneli hazırdı. Herkes heyecanla inişin bitmesini bekliyordu. Mekik yavaş ve dengeli bir biçimde sorunsuz indi.
Motorlar durur durmaz yer soğutma sistemi çalıştırıldı, karantina tüneli mekiğe kadar taşındı.
Herkes karantina tünelinin içinde kapının açılmasını bekliyordu. Heyecanlı birkaç dakikadan sonra kapı açıldı ve içinden beş kişi indi, birisi kadındı. Koruyucu kıyafetler içindeki karşılama grubunda İzel de vardı. Kıyafetinin başlığı saydam camdan yapılmıştı. Yüzündeki heyecan çok belirgindi.
Uzaydan gelenler insan formundaydılar. Üstlerinde uzayadamı kıyafetleri vardı. Kasklarının ön kısmı renkli camdı. Yüzleri görünmüyordu. Mekikten çıkıp karşılayanları görünce duraksadılar, çok şaşırmış gibiydiler. Sonra beş kişi birden İzel’e doğru yürümeye başladı.
Bilim adamı alfabe bilimciye "Kıyafetlerindeki işaretler nedir?" dedi. Alfabe bilimci "Kullandıkları alfabe olabilir. Böyle işaretler hatırlıyor gibiyim. Sanki üç bin beş yüz yıl önce anakaranın batı tarafında Akdeniz kıyısında kullanılanlara benziyor ama en az üç bin yıldır kullanılmıyor." dedi. Bilim adamı: "Hemen gidip bul şunu. Anlamını bilmesek de nasıl okunduğunu çözebiliriz." "Tamam." dedi alfabe bilimci ve hızla uzaklaştı oradan.
Uzaydan gelen kadın İzel’in bir metre önünde durdu. İzel ilgiyle izliyordu neden kendisine baktıklarını. Uzaydan gelen kadın sağ elini başlığına doğru kaldırırken İzel istemsiz bir adım geri kaçtı. "Dur!" dedi Dağhan "Başlığını çıkartacak sanırım." Uzaydan gelen kadın başlığını çıkardığında İzel de çok şaşırmıştı. Sanki aynaya bakıyor gibiydi.
Bilim adamı "Bilmediğim bir ikizin mi var?" dedi. Kimse gülmedi. İki kadın şaşkın bir hâlde birbirine bakıyorken alfabe bilimci koşarak geldi.
"Sanırım bu alfabeye benziyor." dedi. "Harf bunlar."
"Nasıl okunuyormuş?" diye sordu bilim adamı.
" N - A - S - A " dedi .