Sabahın Halleri
Gece dört civarı çalışırken sızmış olduğum ve yine işe geç kaldığım bir sabahtı. Apar topar evden çıktım. Saat henüz çevrimiçi olmak istememe bir saat varı gösteriyordu ve metroya yürürken mikro uykuma da devam etme niyetindeydim.
Telefonum benden önce uyanmıştı. Kalktığımda cevapsız aramalar, whatsapp mesajları görmüştüm fakat onlara bakmak için kafamda yer açmam gerekiyordu, ben de sonraya bıraktım.
Metroya yürürken yüzüme vuran soğuk rüzgarın tokadı ile bir müşterinin ısrarlı araması mikro uykumdan uyandırmış, bal porsuğu yürüyüşüne geçirmişti beni. Telefona baktım, arayan yedi aylık tezcanlı bir müşterimdi ve aramaya devam edecekti. Telefonu açtım bir şey söylemesine fırsat vermeden çok önemli değilse bir iki saat sonra görüşelim dedim. Bir şeyler söylediyse ben duymadım. “Sonra bakarız, metroya biniyorum” dedim ve kapattım.
Kafamdaki görevler havada uçuşup günlük programımda yer bulmaya çalışırken her zaman yaptığım gibi günümü puanlamıştım ilk önce. 1000 puanlık bir gündü benim için ve bu maksimum sınırdı. Aslında tamamen 1000 puanlık olmasa da gece kız arkadaşımın benle tartışması ve sorunları 500 puanlık bir bonus daha eklemişti. Tartışması diyorum çünkü ben sadece dinlemiştim. Ona fazla zaman ayırmadığımdan ve onu anlamadığımdan şikayet ediyordu. İlişkimiz İngilizcem gibiydi. Anlıyordum fakat konuşamıyordum. Keşke ilişkilerin tek taraflı ve bir psikolog seansı olmadığını, sorunlardan uzaklaşıp iyi vakit geçireceğimiz bir parti olmasına inandığımı kırmadan anlatmanın bir yolu olsaydı. Bu belki kötü bir şeydir, bilmiyorum. Ama, kafamdaki ayakları yere basan, özgüveni yüksek kadın imajına pek uymuyordu. Onu bir kenara bırakıp 1000 puanlık günün sonundaki ödülü düşündüm bir an. Salı ve cuma akşamları güncel olayları konuştuğumuz üç dört kişilik bir arkadaş grubumuz vardı. Günüm iyi geçerse akşam onlara katılacaktım. Genelde onlar ülkeyi, ekonomiyi, spor takımlarını kurtarırlarken ben yolda yürüyen insanları seyredip yediğim yemeğin keyfini çıkarmaya odaklanırdım. Gereksiz kelimeler cümle kirliliği yaratıyordu ve hak edenlere saklıyordum enerjimi. Eğer kötü bir gün geçirirsem direkt eve gidip gelişi güzel bir şeyler atıştırıp çalışmaya devam edecektim.
İşe geç gitmenin iyi taraflarından biri de metroların fazla kalabalık olmaması ve kendine iyi bir yer bulma imkanı sanırım. Yolculuğu zevkli hale getirebiliyor. Metroya bindiğim ilk on saniyede etrafımı şöyle bir süzdüm, başlarını öne eğmiş geçmişinde bir şeyleri çözmeye çalışan gri ve siyah insanların ağırlıklı olduğu bir vagondu, ben de gözleri yukarılara bakan hayalci yeşil insanlar ve iyi giyimli mavi insanların yoğun olduğu diğer vagona geçmeyi tercih ettim. Sırtımı dayayacak bir yer bulmuştum.
Çantadan kitabımı çıkardım, her zaman yaptığım gibi kitap okumaya başlayacak, ilk iki üç durak hiçbir şey anlamayacaktım. Sonra geri dönüp tekrar okuyacak olmamın bilinciyle kitabımı açtım. Çünkü kitaba odaklanmadan önce görev listesini düzenlemem gerekiyordu. Havada uçuşan görevler teker teker önem sırasına göre yerleştirildi. Mazeret üretilecekler, özür dilenecekler, fırça çekilecekler şeklinde sınıflandırıldı. Hayat ne kadar zordu, ne kadar çok çözmem gereken sorun vardı.
Yapmam gereken tahsilatlar, ödemeler, idare etmek zorunda olduğum insanlar, motive olup bitirmem gereken işler vardı. Daha da önemlisi kızım ara tatile gelmişti, Çocuklarıma, kız arkadaşıma ve kendime de yeterli zaman ayıramıyordum.
En iyisi turkuaz renkli bir şarkı açıp kitaba odaklanarak on on beş dakika enerji toplamak diye düşündüm. Öyle de yaptım. Bir yolculukta ortalama on beş sayfa okuyabiliyordum, kitabı iyi bir yerde kestiğimi ve Kadıköy’e yaklaştığımızı hissederek kafamı kaldırdığımda bir durak kaldığını gördüm.
Karşımda da yirmili yaşların başında pembe yanaklı, mavi gözlü, hem yüzü hem de gözleri gülen şeker bir kız vardı. Şöyle bir baktığımda deri siyah pantolon giymişti. Üzerinde beyaz bir bluz ve güzel mor bir ceket vardı. Kolye ve yüzükleri de dikkat çekiyordu. Neden bu kadar mutlu diye geçirdim içimden. Sanırım güzel olduğunun farkında olmanın gururunu ve utancını aynı anda yaşıyordu. Enerjisi çok iyiydi, ne kadar havalı gözükse de çocuk gibi mıncıklayarak sevmek isteyeceğiniz minyon bir tipti. Gerçekten kendine özen gösteriyordu ve baktığınızda hayatın renklerini hissettiriyor gibiydi.
Son durakta ikimiz de indik, önümden gidiyordu geçmek istemedim, asansöre yöneldi, normalde asansörü kullanmadığım halde ben de asansöre yöneldim,onunla biraz daha vakit geçirmek istiyordum sanırım.
Asansöre birden insanlar yüklenince kız asansörün biraz uzağında bir köşede beklemeye başladı. Benim önüne geçmem gerekiyordu. Fakat buyrun dedim neden buraya geçmediniz. “Şimdi ben oraya geçersem insanlar inemezler” diyerek beni bir kez daha şaşırtmıştı.
Asansör geldi, diğer insanların önünü keserek yol verdim ve asansöre binmesini sağladım. Beraber yukarı çıkarken bakışlarından memnuniyetini anlayabiliyordum. Asansörden inerken tekrar yol verdim, Bana teşekkür etti ve gülümseyerek gitti.
O giderken ben tekerlekli sandalyesinin arkasından gidişini izledim ve asıl önemli şeyin ne olduğunu bir kez daha anlamıştım.